facebook

1 Eylül 2010 Çarşamba

Kaf Dağı’nın çocukları 146 yıldır sürgün

Çerkesler,  bazen özgürlük savaşçılarıyla birlikte, bazen özgürlük için savaşanlara karşı,ama her defasında kendilerine ait olmayan tüm savaşlar ve cephelerde kıran kırana çarpışmaları göğüslemek durumunda bırakıldı. Ve her savaş onları daha çok parçaladı. 



Dedem Mahirbiy'in Amman'dan ayrılmadan kısa
bir süre önce çocukları Muhammed (solda) ve
Ahmet ile çektirdiği son fotoğraf.
Savaşlar ve yıkımları doğru anlayabilmek için bazen bir insanın kişisel hikayesini bilmek gerekir. Yoksa onbinlerce yüzbinlerce insanın savaşlar ve yıkımlarla nasıl yüzleştiğini anlayamayız. Yoksa öldü diye kayıtlara geçen milyonlarca insan rakamlarla ifade edilir olduklarında bize acı ve yıkımı anlatmaz.
Kuzey Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına büyük sürgün ile birlikte yaklaşık 2 milyon Kuzey Kafkasyalının sürüldüğünü söylemek bazen bir şey demek değildir. Onlardan bir tanesinin hikayesini bilmek gerekir. Belki de üst katımızda oturan ailenin hikayesini bilmek bir savaşın, sürgünün, çatışmaların yarattığı yıkımı doğru anlamamızı sağlar.
Üst katımızdakiler onlarca yıl sonra bile genetik bir miras gibi kişisel tarihlerinin miadı gibi size kaybolan yakınlarını, savaşta yitirdiklerini ve hala o parçalanmanın acıları ile birlikte yaşadıklarını söylediklerinde tarih kitaplarında yazdığı gibi hiçbir savaşın söylendiği gibi bitti denildiği tarihte bitmediği yarattığı yıkımın onlarca yıl daha sürdüğünü bilirsiniz.
Tuapse Limanı’na yanaşan silah ve cephane yüklü İngiliz gemisi için Rus general “Değil savaşacak, gemideki silahları indirecek insan kalmadı” diyordu. Kafkas halklarının 150 yıl süren özgürlük savaşı yenilgiyle sonuçlanmak üzereydi.
Böylesine ağır bir yıkım ve kırımdan geride kalanlar için ise Tuapse Limanı artık sürgün yollarına düşmenin adresi olmuştu. Tarihçilere göre 2 milyon Kuzey Kafkasyalı Osmanlı topraklarına doğru sürgün yollarına düştü. Bu öylesine ağır bir yolculuktu ki, gemide yitirdikleri yakınlarının cesetlerini Karadeniz’e atmak zorunda kalan Çerkesler nesiller boyunca balık yemekten sakındı.
Samsun, Trabzon, Köstence, Varna, İstanbul, Akabe ve Kıbrıs Limanlarına ulaştıklarında ise açlık ve salgın hastalıklar yüz binlercesinin daha telef olmasına yol açtı.
Ardından Balkanlarda Osmanlı bayrağı altında Bulgarlara karşı, 1. Dünya Savaşı’nda Sarıkamış’da, Çanakkale’de Yemen’ de ve Hicaz’da savaştılar. Bedevi kabileleri ile birlikte Osmanlı kuvvetlerine saldırdılar. Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu’nun bütün cephelerinde çarpıştılar…
Suriye’de Fransız Bayrağı altında Dürzilere, Bedevilere karşı, Dürzilerle birlikte İsrail’e karşı. İsrail bayrağı altında Araplara karşı, Ürdün bayrağı altında İsrail’e karşı savaştılar. Filistinlilerle birlikte İsrail’e baskın düzenlemek için Şaddül Arab’ı geçtiler.
Öyle bir parçalanma idi ki bu; aynı ailenin çocukları başka başka ülkelerin bayrakları altında bir birleri ile savaşmak zorunda kaldı.
Bazen özgürlük için savaşanlara karşı, bazen özgürlük savaşçıları ile birlikte. Ama her defasında kendilerine ait olmayan tüm savaşlar ve cephelerde kıran kırana çarpışmaları göğüslemek durumunda bırakıldılar. Ve her savaş onları daha çok parçaladı. Çok çok yurtsuz daha çok sürgün bıraktı.
Artık anavatanlarından sürülen Kafkasyalıların kaderi ait olmadıkları topraklara kanlarını akıtmaktı.
Trabzon'daki Rus konsolosunun, tehcir işlerini idare etmekle görevli General Katraçef'e yazdığı raporda "Türkiye'ye gitmek üzere Batum'a 70 bin Çerkes geldi. Bunlardan vasati olarak günde 7 kişi ölüyor. Trabzon'a çıkarılan 24 bin 700 kişiden şimdiye kadar 19 bin kişi ölmüştür. Şimdi orada bulunan 63 bin 900 kişiden her gün 180-250 kişi ölmektedir. Samsun civarındaki 110 bin kişi arasında her gün vasati 200 kişi can veriyor. Trabzon, Varna ve İstanbul'a götürülen 4 bin 650 kişiden de günde 40-60 kişinin öldüğünü haber aldım." sözlerine yer veriliyor.
Yine Katraçef’in notlarına göre1864 mayısında, 30 bin kişi açlık ve hastalıktan kırıldı.

K’enet’ler önce Trabzon’a ulaştı

1859 yılında Kabardey bölgesinde yaşayan K’enet’ ailesinin bir kısmı da gemiyle Trabzon’a ulaşan aileler arasındaydı.
Tuapse limanında açlık ve sefaletle koyun koyuna haftalarca binebilecek bir gemi bekleyenlerin arasında kaldılar. Sonra kırık dökük teknelerin birinde Karadeniz’i aşarken hemen yanlarındakilerin ölmüş mü yoksa açlıktan soğuktan bitkinlikten bayılmış mı olup olmadığını kontrol bile temeden denize atıldıklarına tanık oldular.
Üç kardeştiler. En yaşlıları Aslengeriy yanında on yaşındaki oğlu Yusufl’a birlikteydi. Kardeşi Haj Metgeriy eşi Fati ve çocukları Elhas, Yismeil, Muslime ve Nagu vardı. Yanlarında en küçük kardeşleri Hajmemet, eşi Guli ve Ali, Fuje, Osmen, Merziye, Kasım ve Şehirhan vardı. Belki bu hikayede adları zikredilmeyen başkaları da var. Ancak, kulaktan kulağa aktarılanlar bu kadar. Bir de Anavatanda bıraktıkları ve akıbetlerini bir daha hiç bilemeyecekleri diğer kardeşleri Kansava, Lusi ve Kenetukue İlyas vardı.
Bugün ABD, Ürdün, Suriye ve Türkiye’nin birçok kentine dağılan K’enet’ ailesinin sürgün hikayeside böylece başlamış oldu.
Trabzon limanında hergün yüzlercesi ölürken, onlarca ailenin yolları ayrılırken parçalanırken onlar nasıl olmuşta başarmışlardı bilinmez. Bir arada kalmayı başardı. Havza’da kurulan kamplarda tam üç yıl sarı hummayla, sıtmayla, kolerayla savaştılar. Üç yılın sonunda hicri 1277’de (1861) Osmanlı Sultanı Abdülhamit’in fermanı ile Uzunyayla’ya doğru yola koyuldular.
Her şeylerini yitirmişlerdi. Kafilenin birkaç parça eşyasını taşıyan katırlar bile onlara ait değildi. Nihayet Uzunyayla’ya ulaştıklarında bugün Beşkızakhable (Hilmiye) köyünün olduğu yerde yeni bir köy kurmak için kolları sıvadıklarında Beşkızak, Kupşın, Nır, Biy aileleri de onlara eşlik ediyordu. Bu beş aile birlikte köyü kurdular. Uzunyayladaki köylerin kurulması sırasında Sivas ve çevresindeki ilçelerde yaşayanlar çeşitli kampanyalar düzenleyerek mültecilerin yerleşimlerine yardımcı oldular.

Hınzır’ın eteklerinde olmak...

Hınzır, yekpare bir mor kayadır… Ona ne kar ne de yeşil çam ormaları yakışmaz. O, her daim mor bir granittir ve ona sadece gün batımı yakışır. Yıllar sonra yine sol tarafımda uzayıp giden Hınzır’a ayın hüzün ve tutkuyla bakıyorum. Tıpkı kızım Janset gibi birkaç yıl önce köye gelirken Hınzır’ın eteklerine ulaştığında “Köyüme gidiyorum, hiç tanımadığım, doğmadığım ve benim için ne ifade ettiğini bilmediğim köyüme gidiyorum” diye not düşmüştü elindeki kağıda. Haklı olmalı. Ben bunca yıl sonra ala Uzunyayla’nın ne anlama geldiğini bilmiyorum. Sadece içimde derin izler bırakan bu hüzünlü bozkırdan ayrı duramasam da içimdeki bir fren ona “yurt, vatan, baba yurdu” gibi kavramlarla onu tarif etmemi engelliyor. Çünkü yurt hiç bulamayacağımız bir daha hiç üzerinde yaşamayacağımız çok uzak diyarların adı. Çünkü 147 yıl sonra bile anayurt diyince hala Kafkasya’dan başka bir şey aklıma gelmiyor.
Uzunyayla’da birkaç yıl içindi 72 Adige köyü kuruldu. Her köyün hikayesi biraz da Beşkızakhable’nin biraz K’enet’ lerin hikayesi idi.
Sürgün yoluna düştükten sonra K’enet’ ailesinin 1893 hrbinde, Birinci Dünya Savaşı’nda cepheden cepheye sürülen amcalarımın akıbetlerinin izlerini sürmekte bir okadar imkansızdı. Bugün elimdeki nüfus kayıtlarına baktığımda yirmisine basmadan savaşlarda ölen amcalarımın akıbetleri hakkında sadece kendi gerçekleğini çoktan yitirmiş paramparça şeyler duyabiliyorum. Ve aynı akıbeti paylaşan Uzunyaylalı Kabardey atlıları için yakılan “Sarıkamış Ğıbze” hepsinin ortak kaderini tarif ediyor. Ağıtın bir yerinde “Tham yi hanthupsım defat” yani tanrının çorbasını içmiştik diyor. Küçük gri Kabardey atlarının sırtında cepheden cephe at süren amcalarının çoğu cephede yaşamını yitirdi.
150 yıl Ruslarla savaştıktan sonra Anadolu’nun, Suriye’nin bütün savaşlarında at sürmek artık K’enet’lerin de kaderiydi.

Mahirbiy’in esareti ve sürgünden dönüş

Dedem henüz 16 yaşında iken askere alındı. Yemen’e gönderildi. Oradan Ürdün’e Amman düşerken İngilizlerden kurtulabilmek için üzerindeki üniformaları çıkarıp kapı kapı Amman sokaklarında koştururen onu Thabısımler evine aldı. Bu Mahirbiy için mutlak bir ölümden kurtuluş, aynı zamanda da ikinci bir esaretin başlangıcı oldu. O tarihten itibaren 15 yıldan fazla bir süre Amman’da yaşamak zorunda kaldı.
Mahirbiy, sahip olduğu tek şeyi atı ile yarışlara katıldı. Kazandığı paralarla İngilizlerden bir kamyon satın aldı. Evlendi. Ahmed, Muhammed ve Fatima isimli üç çocuğu oldu. 1930 yılına geldiğinde Türkiye’ye dönmek istedi. Ancak, eşi çocukları vermek istemediği için Türkiye’ye de gelmek istemiyordu. Zor bir karar vererek karısını ve üç çocuğunu baba evine bırakarak yola koyuldu. Dramatik bir andı. Küçük oğlu Muhammed, ata binmiş yola çıkmaya hazır babasının önüne atlayınca şahlanan at Muhammed’in ayak başparmağını koparır, şoka giren Muhammed ise bir daha hiç konuşmayacaktı. Bu kaza Mahirbiy’in yolculuğunu ertelemesi için yetmez. O inatla kardeşlerinin yanına dönmek istemektedir. Yola çıkar Suriye üzerinden Hatay’a ulaştığında sınırı geçemez. Türk vatandaşı olmadığı söylenir kendisine. Sonra gümrük memurlarına rüşvet vererek sınırı geçmeyi başarır.
Yıllar sonra 1950’li yıllarda haca gider ve dönüşte Amman’a uğrayıp çocuklarını birinci dünya savaşı sırasında aldığı kamyona bindirip Türkiye’ye getirir. Mahirbiy’in bütün çocukları Beşkızakhable’de buluşur. Bu ziyaretin ardı bir daha kesilmez

“Bu turistler size niye geliyor”

Amcam Muhammed her yaz Amman’dan Kalkar Pınarbaşı’na gelirdi. Dedem öldükten sonra da bu ziyaretlerini hiç aksatmadı. Bazen Kız kardeşi Fatima ile bazen hiç Türkiye’ye gelmeyen ama çocuklarının bizimle tanışmasını kaynaşmasını isteyen Ahmed amcamın çocukları ile birlikte. Komşularımız Türkçe bilmeyen bu garip turistlerin neden bizde kaldıklarını bir türlü anlamazdı. Sağır ve dilsizdi Muhammed amcam. Yıllar sonra dedemin evraklarını karıştırırken küçük bir nota rastladım. “Sağır ve dizsidir. Yardım Edin Amman’a gidiyor. Viranşehir Jandarma Karakolu” yazıyordu. Ancak o zaman Muhammed amcamın çocukluğundan itibaren ölünceye kadar sürdürdüğü ziyaretlerin hangi şartlar altında gerçekleştiğini anlayabildim. 1950’li yıllarda insanlar bir başka şehre gitmekte güçlük çekerken oher yaz babasını görmek için Ürdünden kalkıp geliyordu. Dedem Mahirbiy’in elinden, bu ziyaretleri sürdürebilmesi için ona birilerinin yardım etmesini sağlamak için Viranşehir Jandarma Karakolu’dan “Sağır ve dizsidir. Yardım Edin Amman’a gidiyor” diye bir yazı almak gelmişti.
Amman’daki ve Türkiye’deki K’enet’ler buluşmaya devam ediyor. Ve halâ komşularımız “Bu arap turistler size niye geldi” diye soruyor. Bu soru; 1859’da başlayan Büyük Çerkes Sürgününü ve ardından Anadolu’daki bütün savaşlarda at süren Çerkesleri anlatmadan yanıtlanamıyor…
150 yıl sonra, ne sürgün ne de savaşlar sona erdi. Kaf Dağı’nın çocukları halâ savaşıyor…

21 Mayıs 2010'da Günlük gazetesinde yayımlandı.