facebook

16 Aralık 2011 Cuma

Ne zaman ‘Vatan’ kelimesini kullansam zihnimde soru işaretleri asılı kalıyor

Bir ülkenin vatandaşı olmak, o ülkenin insanları ile omuz omuza savaşmak,  toprağını ekip biçmek, orayı senin yurdun yapmıyor. Çerkesler "vatan" kelimesini sadece Kafkasya için kullanır. Bu onların benliğine işlemiş  ağır bir travmadır. Nesiller boyunca yaşadıkları topraklara bir yabancı gibi bakar, bir çeşit mülteci hayatı sürerler.


Neden böyle bir roman yazmak istedim. Aslında nedenleri hem oldukça basit hem de oldukça karmaşık. Romandaki önemli mekanlardan biri olan Beshkızakhable benim doğduğum köy. Mahirbiy karakterini yaratırken ise bizzat kendi dedemi referans aldım. Ancak bu kadar kolay ve basit gibi görünse de aslında yazımı da bir o kadar güç bir çalışma oldu. 
Kafkasya’dan geldiğimizi hepimiz bilirdik. İhtiyarlar anavatan hikâyeleri fısıldardı kulağımıza. Ama kasabada okula başladığımda çocukların “Moskof Tohumu” sataşmalarına da, Adigece konuşanların “Türkçe konuş, burası Türkiye” diye tartaklanmalarına da tanıklık ettim.  Hepsi bu kadar da değildi tabi. Pınarbaşı’nda çarşının ortasında bir kilise vardı ama cemaati hakkında kimse konuşmak istemezdi. Evleri mezarları yoktu. Onlardan geriye kalanlar hakkında rivayetler anlatılırdı. “ Filancalar aslında dönme, Ermeni onlar” derlerdi.
Ermeniler kasabadan ayrılalı neredeyse 60 yıl geçmişti. Ama kasabadaki birçok insan neden yaptıklarını bilmeden Newroz’u ve Hıdırellez’i, kutladıkları gibi Paskalya’yı kutlamayı sürdürüyordu. Elimizde boyalı yumurtalar kapı kapı gezip yumurta tokuşturduğumuz o bayramın Paskalya’dan akıllarda kalan izlerden başka bir şey olmadığını çok uzun yıllar sonra fark ettim. Ayrıca bu benim kasabama özgü bir şey de değildi. Kayseri’nin, Yozgat’ın, Nevşehir’in birçok yöresinde benzer şeyler yaşanıyordu.
Çerkesler için her şeyin dramatik bir başka boyutu daha vardı. Ayak bastığımız her toprak, sürgünde yaşadığımız bir yer, bir çeşit mülteci kampıydı. Dokunduğun, baktığın, yaşadığın ve paylaştığın ne varsa eksikti, yarımdı. En mutlu günlerde de, en acılı anlarında da hayatında her zaman bir “Keşke” olur. Yani çocukları uzak illerde ya da askerde falanken “Keşke o da burada olsaydı” denmesi gibi bir şeydir bu. Kim olduklarını bilmediğimiz, ama benliğimizin diğer yarısı olanlar vardı ve biz her zaman “Keşke, kendi vatanımızda olsaydık” “Keşke, anavatanda yaşayan yakınlarımızın akibetini bilseydik” diyerek yaşarız.


Çerkeslerin ortak acısı
Bizim evlerimizde "vatan" diye sadece Kafkasya’dan bahsedilirdi. Bu Çerkeslerin benliklerinde yaşayan ağır bir travmadır. Nesiller boyunca yaşadığın topraklara yabancı bir yurt gibi bakarsın, bir çeşit mülteci hayatı sürersin. O ülkenin vatandaşı olman, o ülkenin insanları ile omuz omuza savaşman, o ülkenin toprağını ekip biçmen hiçbir şey hiçbir şey bu gerçeği değiştirmez.
Bu sadece Türkiye’de değil, Balkanlarda, İsrail’de, Mısır’da, Suriye’de, Ürdün’de yaşayan Tüm Çerkeslerin ortak acısıdır. Sanırım bu yüzden olsa gerek kendimi her zaman sürgünde yaşayan biri gibi hissettim. Ve ne zaman “Vatan” kelimesini kullansam zihnimde soru işaretleri asılı kaldı.
Tüm bunların yanı sıra genç cumhuriyet Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve Çerkesler için çok başka şeyleri de tarif ediyordu. Mesela İstanbul’da Çerkesce yayın yapan Guaze gazetesi, Çerkes dernekleri, Çerkes okullar kapatıldı. Ya da şapka devrimi ile birlikte sadece sarıklar çıkarılmadı. Böylece Çerkesler de başlarındaki kalpağı çıkarmak zorunda kaldı. Dedelerimiz, “Türkçe’den başka bir dilde konuşmak” suçlaması ile yargılandı, para ve hapis cezalarına çarptırıldı. Bu dedelerimizin yaşadığı bir şey olarak da kalmadı. 1991’de kızım dünyaya geldiğinde nüfus memurları Türkçe olmadığı için kızımın adını “Janset” olarak kaydetmeyi kabul etmedi. Uzun çabalardan sonra kızıma Janset’in Türkçe uyarlaması “Canset”  adıyla kimlik çıkartabildim.
Yani aslında bugün Türkiye’nin gündemindeki demokratikleşme, Ermeni sorunu, Kürt sorunu vb. birçok sorunun temelleri 1930’lu yıllarda atıldı. Seksen yıl boyunca da Türkiye’nin en ağır sorunları olarak varlığını sürdürdü.


Dedemin hikâyesi de var
Bir dönem romanı yazmak oldukça güç bir uğraş. Özenli dikkatli ve büyük bir araştırma yapmayı gerektiriyor. Açıkçası ülkemiz bu konularda da çok sıkıntılı… 1930’ların Paris’i hakkında binlerce materyal bulabilirsiniz. Ama iş Kayseri’ye Uzunyayla’ya gelince durum değişiyor. “1930’larda hayat neye benzerdi. Nasıl giyinirler, ne yer ne içerler, nasıl seyahat ederlerdi” gibi sorular sorduğunuzda yanıtlarını aylarca aramanız gerekiyor. Nitekim öyle de oldu. 1930’lu yılların doğru bir portresini çizmek için 2 yıl boyunca fotoğraf arşivleri, dönemin hikayeleri, ansiklopediler, ne bulduysam okumak ve notlar almak zorunda kaldım. Kitabın önemli kahramanlarından Mahirbiy’i yazmak da kolay olmadı. Onun hakkında benim de ailemin de bildikler klişelerden ibaretti. 1. Dünya Savaşı’nda askere alınmış, önce Yemen ardından Amman’da savaşmıştı. Sonra kentin İngilizlerin eline geçtiği gece Amman Çerkesleri dedemi kurtarmıştı. Dedem o andan sonra 15 yıl Amman’da yaşamış, evlenmiş üç çocuk yapmıştı. 1930’larda ise ailesini bırakıp Türkiye’ye dönmüştü. Nitekim, ‘80li yıllarda benim öz yeğenim Ankara Ürdün Konsolosluğu’na atandı. Yıllarca Ürdün Konsolosluğunda memur olarak çalıştı. Emekli olduktan sonra Suriye’ye yerleşti. Karısı Suriyeli bir Çerkes’di. Yani ailemin trajedisini anlatmak bir bakıma Çerkes halkının trajedisini de anlatmak anlamına gelecekti.


“Dört yılda tamamladım”
Ben Ürdün’ü hiç görmemiştim. Dedemin hikayesi hakkında da bildiklerim çok sınırlıydı. Bu yüzden aylarca 1. Dünya Savaşı’nda Ürdün ve Suriye’de olup bitenleri okuyarak kendi kahramanımı yaratmak zorunda kaldım. Yani roman, toplamda dört yıla yayılan bir araştırma ve çalışmanın ürünü olarak şekillendi.
Ben, bu çalışmayı hem kendi halkıma hem de doğduğum topraklara bir vefa borcu gibi görüyorum.
Tehcir’e uğrayan Ermeniler, mübadelede Türkiye’yi terk eden ya da Türkiye’ye gelenler, Balkan göçmenleri, ’93 muhacirleri ve daha niceleri bu ülkenin tarihinin ayrılmaz bir parçası. Dolayısıyla Anadolu’da yaşayan herkes biraz sürgün gibi yaşıyor. Bu tarife ülkeyi ekonomik ya da politik nedenlerle terk eden milyonlarca mülteciyi de eklerseniz hepimizin biraz göçmen ve biraz yurtsuz olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bu yüzden sık sık geriye dönüp kendi benliğimizi, eksik ve yarım bir taraflarımızı tamamlama ihtiyacı duyuyoruz.
Benim bu romanı yazmamın en önemli nedeni buydu.

12 Kasım 2009’da Hürriyet ve Referans
gazetelerinde yayımlanan söyleşinin tam metni…