facebook

5 Eylül 2010 Pazar

Ne Türkiye'ye ait olabildik ne de Kafkasya'ya…


Recep Genel, İthaki Yayınları'ndan çıkan "Tanrının Çorbasını İçmiştik" adlı ikinci romanında, kendi ailesinin de içinde olduğu, 1864'te Kafksaya'dan Anadolu'ya sürülen Çerkesleri anlatıyor. Ve aslında Çerkeslerden yola çıkarak, Türkiye'de varlığı hiçbir zaman kabul edilmemiş bütün itilmişleri anlattığını söylüyor. Büyükbabası Mahirbiy'in de romanın kahramanlarından olduğu kitapta ayrıca Çerkeslere yönelik asimilasyona, 'Türkçe konuş' kampanyalarına, 1915 olaylarına, Kürt sürgünlerine de değiniyor. Ve bir Çerkes olarak ne istiyorsunuz sorusunu şöyle yanıtlıyor: "Türkiye'de yaşayan Çerkeslerin tek bir iradesi yok. Bir Ahmet Türk'e sahip değiliz ki, karşımızda bir Onur Öymen olsun."

- Kitabı yazmaya hangi ruh haliyle yazmaya karar verdiniz?
Hep içimdeydi. 2004'te sekiz ay Kayseri'de kalmıştım ve çocukluğumda Çerkeslerin yaşadıkları ne varsa, hiçbir şeyin değişmediğini fark ettim. Daha fazla asimile olmuşlardı, dillerini daha fazla unutmuşlardı.

- Romanınıza 'Çerkes romanı' diyebilir miyiz?
Bana sorarsanız sadece Çerkesleri yazdığımı hiç düşünmedim. Bu 1930'lu yıllardaki Türkiye'nin romanıdır. Türkiye'de varlığı hiçbir zaman kabul edilmemiş bütün itilmiş, kakılmışları bir araya toplamaya çalıştım: Ermenileri, Rumları, Yahudileri, komünistleri, Çerkesleri, Kürtleri.

- Dedeniz romanın önemli karakterlerinden biri, romandaki gibi de adı Mahirbiy değil mi?- 5-6 yaşına kadar dedemi hatırlıyorum, hakkında bir sürü efsane anlatılırdı. Uzunyayla'da 16 yaşında askere alınmış, Yemen'de savaşmış, ardından Ürdün'de savaşmış, bu savaşın kaç yıl sürdüğüne dair kimsenin bir fikri de yok. 1. Dünya Savaşı boyunca her cephede savaştığı tahmin ediliyor.

- Hikâyeleri kimden dinlediniz?
Hikâyelerin sadece köşe taşları vardı, anlattığım kadarından fazlasını dedem hiçbir zaman konuşmadı.

- Dedenizin diğer çocuklarıyla buradaki aile ne zaman tanıştı?
1952'den sonra hacca gidiyor, dönüşte Ürdün'deki bütün aileyi getirip buradaki ailesiyle tanıştırıyor. Sonraki yıllarda düzenli şekilde bu ziyaretler sürdü. Hatta onlar kasabaya geldiğinde, bu turistler size niye gelir derlerdi bize.

- Çerkeslerin nasıl yaşadığını anlatmak için mi yazdınız, bir iç döküş müydü?Aslında yazarken Türkiye'de herkesin biraz göçmen, herkesin biraz yurtsuz, vatansız olduğunu kayda geçirmek istedim. Benim en çok ilgilendiğim taraf sürgün hikâyesiydi. Türkiye'ye ait değiliz Çerkesler olarak

- Hâlâ mı?
Ait olmak, öncelikle kabul edilmekle ilgili bir meseledir. Eğer dahil değilseniz, ait de değilsiniz. Ortalama insanların aklında, Çerkes dendiğinde kalpak, güzel kız, kama, at, belki biraz orman dışında hiçbir şey yoktur.

- Hiç var sayılmadık mı diyorsunuz?
Düne kadar Çerkes de yoktu, Kafkas Türkleri diye bir şey vardı. Türkiye'deki yalanlar tarihinin bir parçası olarak örülmüş, başka bir yalandı. Çoğu insan bugün bile Çerkesce diye bir dilden habersizdir.

- Her Çerkesin bir Çerkesçe adı da varmış, sizin var mı?
 Benim yok, olmaması annemin gördüğü bir rüyayla ilgili. Ama her Çerkes ailesinin bir soyadı vardır, bizim soyadımız K'enet.

---------------------------------------------------
AZINLIK MIYIZ, DEĞİL MİYİZ, BİLMİYORUZ
Recep Genel, 'Vatanınız Türkiye mi Kafkasya mı?' sorumuzu şöyle yanıtlıyor ve devam ediyor:  "Tarihin sorusu gibi bir şey bu. Bugün azınlık olup olmadığımız sorusunun yanıtını Çerkesler de tartışıyor. Rusya düşman olduğu, sürgünlüğümüzün nedenleri ortadan kalkmadığı sürece bu böyle olacak. Biz azınlık haklarını alması gereken 3 milyonluk bir topluluk muyuz, yoksa çadırını alıp vatanına dönecek bir kalabalık mı? Kürtler 'biz bu toprakların bir parçasıyız, bunların hepsi bizim hakkımız,' derken, Çerkesler bu kavramları ikircikli ve tereddütlü kullanıyor. Çünkü kendimizi nerede tarif edeceğimizi bilmiyoruz. Kurtuluş Savaşı'na kadar hep beraber at sürdük, Antep'te minareden selvi dalından kurşun atanları da, Hasan Tahsin'i de unutmadık. Ama şunu unuttuk: Antep'te minareden selvi dalından kurşun atanlar Türk değildi, Hasan Tahsin de bir Çerkesti. Hainler icat ederken bizim için Çerkes Ethem'i yarattılar, Kürtler için Şeyh Sait'i. Bu yüzden Cumhuriyet'ten geriye sadece Çerkes tavuğu kaldı."

-----------------------------
ÇERKESLER NE İSTİYOR?
Recep Genel, Çerkeslerin taleplerine ilişkin ise şunları söylüyor: "Türkiye'de yaşayan Çerkeslerin tek bir iradesi yok. Bir Ahmet Türk'e sahip değiliz ki, karşımızda bir Onur Öymen olsun. Ben kendi adımı, aile adımı, köyümün adını geri istiyorum. Kafkasya'dan cebimize koyup getirdiğimiz tek şey bu isimlerdi. Uzunyayla'nın nehirlerine, dağlarına, tepelerine biz isim verdik. Tabii ki, 'anadil konuşmak ana sütü kadar helaldir' diye bir cümle kuranlar şunu bilmeliler ki, anadilde konuşmak için anadilde eğitimin de ana sütü kadar helal olması lazım. Bazı kavramları iğdiş ederek konuşuyoruz. Sanki sadece Kürtlerin varlığını tanımak zorundayız, bunu kabul edersek diğerlerinin isteklerine göz yumsak da olur gibi bir şey çıkıyor. Sözlükler ve tarih kitapları yalanlarla dolu. Bu ülkede 'kart kurt Kürtleri' ve 'Kafkas Türkleri' diye tamamı yalan bilimsel tezler yazıldı. 73 milyon insanın yaşadığı bir apartmandaydık ve apartmanın girişinde 'burada Türkçe konuşmak zorundasınız, başka bir dilde konuşamazsınız,' yazıyordu. Binadakilerin büyük bir kısmı da bu yanılsamayı ezberlemiş ve 'evet burada bizden başka kimse yaşamıyor' diye bir inkâra ortak olmuştu."

06.12.2009 Sabah gazetesinde yayımlanan röportaj

1 Eylül 2010 Çarşamba

Gazeteci olmak için yola çıkmadım



Bilmiyorumkadın’da Talat ve Behiye ya da Ramazan ile Banu bir şeyler yaşarken arka fonda hep Türkiye’nin o yıllarda yaşadığı toplumsal olaylar var. Sanki her şey dev bir sinema perdesinin önünde cereyan eder...

Gazeteci olmak için yola çıkmadım. Gazetecilik benim için yazarlık yolunda ilerlerken bir durak, istasyondu. Ama içinde olmayı sevdiğim bir istasyon. Yine de mesleğimi sorduklarında bu soruyu “gazeteci” olarak değil “yazar” diye yanıtlamak isterim. Bereket “gazeteci-yazar” diye bir tanım var ve böyle bir seçim yapmak zorunda değilim.  Yazarlık, benim lise yıllarımdan bu yana en büyük hayalim. Gazetecilik çoğu zaman yazmamı güçleştiren, deyim yerinde ise beni kendi hayal dünyamdan çıkarıp gündelik hayatın yorucu rutini ile beni boğan bir şey de oldu çoğu zaman. Ancak bu durumdan rahatsız mıyım. Sanırım değil, ekonomi gazeteciliği gibi rakamların arasında gezinen bir mesleğe sahip olmam bana çok şey katıyor. Bana bu, bir ressamın endüstriyel tasarım ile ilgilenmesi gibi bir şey gibi geliyor. Aslında katı anlamsız bir rutinin tekrarı gibi görünen haberler hayatın çıplak gerçeğinden başka bir şey değil. Ayrıca, okur çoğunlukla fark etmese de biz editörler,haberi takip ederken haberciyi de takip etmek gibi bir ayrıcalığa sahibiz. Muhabiri yakından tanırız. Habercinin kendisi de haberin içinde bir yerlerde vardır. Ve ben haber takip etmenin yanı sıra muhabirin haber içindeki varlığını görmenin onun kendine özgü anlatımını her gün takip etmenin bana çok şey kattığını düşünüyorum.  Gazeteci olarak yazmak apayrı bir güçlük tabiî ki… Hele ekonomi gazetecisi iseniz bu daha da zor. Ekonomi çevrelerinde ebediyattan bahsettiğinizde “burada ne işin var o zaman” der gibi baktıklarını hissedersiniz. Aynı şekilde de roman yazmaya soyunduğunuzu duyan, bilen sanat çevreleri sanki “ sen kendi haberlerine dön…” der gibi yaklaşır size. Bir internet sitesi “ Ekonomi editöründen aşk romanı” diye başlık atmış. İki olmazın bir araya gelmesi gibi… Sanırım bunun gerçeklik yanı da var. Benim rahatsızlığım daha çok zaman ile ilgili. Kendi öykülerimi yazarken ya da içimdeki adamın sesini takip ederken, onları anlamlı bir bütünün parçası haline getirmek, o sesi takip edip, kendi öykülerimi yaratmak için yeterince zaman bulamıyorum. Bazen günlerce aynı cümle, aynı paragraf zihnimin içinde dönüp durur, ama ben o cümleyi yazmak için vakit bulamam. Bu bir yazar için çok sıkıntılı bir durum. Ayrıca roman yazmak sadece ilham geldiğinde cümleleri alt alta sıralamak ile yapılabilecek bir uğraş değil, çok fazla emek, dikkat, özen isteyen, çaba gerektiren bir şey.

Bir öz yaşam öyküsü değil

“Bilmiyorumkadın” yayınlandıktan sonra sık sık karşıma çıkan soru “Bu bir öz yaşam öyküsü mü?” oldu. İlk önce ve kesinlikle bu bir öz yaşam öyküsü değil. Ancak, “kendi hayatın yazdıklarının satır aralarında yok mu” diyorsanız “Evet, var” Yaşadıklarım, çevremdeki insanların hayatları beni etkilemiyor mu… Tabii ki etkiliyor, Ve yazmaya başladığımda da tüm bunlar cümlelerimde hayat buluyor… Ancak, Bilmiyorumkadın’da kendi hayatımın bir dönemini ve yaşadıklarımı anlatmadım. Ben, beni de çok etkileyen her şeyin yerinden oynadığı, bütün kavramların, tariflerin, altüst olduğu ‘90lı yılların Türkiyesini anlatmaya çalıştım.
Bilmiyorumkadın’da Talat ve Behiye ya da Ramazan ile Banu bir şeyler yaşarken arka fonda hep Türkiye’nin o yıllarda yaşadığı toplumsal olaylar var. Sanki her şey dev bir sinema perdesinin önünde cereyan eder gibidir. Perdenin önünde roman kahramanları, perdede ise Türkiye var. Okur bazen Türkiye’yi izler, bazen perdede olan biten her şeyi bir kenara bırakıp Talat ve Behiye’nin hikâyelerine odaklanır. Yapmak istediğim şey böyle bir şeydi.

2 Eylül 2008'de Referans gazetesinde yayımlanan söyleşinin tam metni...


Kaf Dağı’nın çocukları 146 yıldır sürgün

Çerkesler,  bazen özgürlük savaşçılarıyla birlikte, bazen özgürlük için savaşanlara karşı,ama her defasında kendilerine ait olmayan tüm savaşlar ve cephelerde kıran kırana çarpışmaları göğüslemek durumunda bırakıldı. Ve her savaş onları daha çok parçaladı. 



Dedem Mahirbiy'in Amman'dan ayrılmadan kısa
bir süre önce çocukları Muhammed (solda) ve
Ahmet ile çektirdiği son fotoğraf.
Savaşlar ve yıkımları doğru anlayabilmek için bazen bir insanın kişisel hikayesini bilmek gerekir. Yoksa onbinlerce yüzbinlerce insanın savaşlar ve yıkımlarla nasıl yüzleştiğini anlayamayız. Yoksa öldü diye kayıtlara geçen milyonlarca insan rakamlarla ifade edilir olduklarında bize acı ve yıkımı anlatmaz.
Kuzey Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına büyük sürgün ile birlikte yaklaşık 2 milyon Kuzey Kafkasyalının sürüldüğünü söylemek bazen bir şey demek değildir. Onlardan bir tanesinin hikayesini bilmek gerekir. Belki de üst katımızda oturan ailenin hikayesini bilmek bir savaşın, sürgünün, çatışmaların yarattığı yıkımı doğru anlamamızı sağlar.
Üst katımızdakiler onlarca yıl sonra bile genetik bir miras gibi kişisel tarihlerinin miadı gibi size kaybolan yakınlarını, savaşta yitirdiklerini ve hala o parçalanmanın acıları ile birlikte yaşadıklarını söylediklerinde tarih kitaplarında yazdığı gibi hiçbir savaşın söylendiği gibi bitti denildiği tarihte bitmediği yarattığı yıkımın onlarca yıl daha sürdüğünü bilirsiniz.
Tuapse Limanı’na yanaşan silah ve cephane yüklü İngiliz gemisi için Rus general “Değil savaşacak, gemideki silahları indirecek insan kalmadı” diyordu. Kafkas halklarının 150 yıl süren özgürlük savaşı yenilgiyle sonuçlanmak üzereydi.
Böylesine ağır bir yıkım ve kırımdan geride kalanlar için ise Tuapse Limanı artık sürgün yollarına düşmenin adresi olmuştu. Tarihçilere göre 2 milyon Kuzey Kafkasyalı Osmanlı topraklarına doğru sürgün yollarına düştü. Bu öylesine ağır bir yolculuktu ki, gemide yitirdikleri yakınlarının cesetlerini Karadeniz’e atmak zorunda kalan Çerkesler nesiller boyunca balık yemekten sakındı.
Samsun, Trabzon, Köstence, Varna, İstanbul, Akabe ve Kıbrıs Limanlarına ulaştıklarında ise açlık ve salgın hastalıklar yüz binlercesinin daha telef olmasına yol açtı.
Ardından Balkanlarda Osmanlı bayrağı altında Bulgarlara karşı, 1. Dünya Savaşı’nda Sarıkamış’da, Çanakkale’de Yemen’ de ve Hicaz’da savaştılar. Bedevi kabileleri ile birlikte Osmanlı kuvvetlerine saldırdılar. Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu’nun bütün cephelerinde çarpıştılar…
Suriye’de Fransız Bayrağı altında Dürzilere, Bedevilere karşı, Dürzilerle birlikte İsrail’e karşı. İsrail bayrağı altında Araplara karşı, Ürdün bayrağı altında İsrail’e karşı savaştılar. Filistinlilerle birlikte İsrail’e baskın düzenlemek için Şaddül Arab’ı geçtiler.
Öyle bir parçalanma idi ki bu; aynı ailenin çocukları başka başka ülkelerin bayrakları altında bir birleri ile savaşmak zorunda kaldı.
Bazen özgürlük için savaşanlara karşı, bazen özgürlük savaşçıları ile birlikte. Ama her defasında kendilerine ait olmayan tüm savaşlar ve cephelerde kıran kırana çarpışmaları göğüslemek durumunda bırakıldılar. Ve her savaş onları daha çok parçaladı. Çok çok yurtsuz daha çok sürgün bıraktı.
Artık anavatanlarından sürülen Kafkasyalıların kaderi ait olmadıkları topraklara kanlarını akıtmaktı.
Trabzon'daki Rus konsolosunun, tehcir işlerini idare etmekle görevli General Katraçef'e yazdığı raporda "Türkiye'ye gitmek üzere Batum'a 70 bin Çerkes geldi. Bunlardan vasati olarak günde 7 kişi ölüyor. Trabzon'a çıkarılan 24 bin 700 kişiden şimdiye kadar 19 bin kişi ölmüştür. Şimdi orada bulunan 63 bin 900 kişiden her gün 180-250 kişi ölmektedir. Samsun civarındaki 110 bin kişi arasında her gün vasati 200 kişi can veriyor. Trabzon, Varna ve İstanbul'a götürülen 4 bin 650 kişiden de günde 40-60 kişinin öldüğünü haber aldım." sözlerine yer veriliyor.
Yine Katraçef’in notlarına göre1864 mayısında, 30 bin kişi açlık ve hastalıktan kırıldı.

K’enet’ler önce Trabzon’a ulaştı

1859 yılında Kabardey bölgesinde yaşayan K’enet’ ailesinin bir kısmı da gemiyle Trabzon’a ulaşan aileler arasındaydı.
Tuapse limanında açlık ve sefaletle koyun koyuna haftalarca binebilecek bir gemi bekleyenlerin arasında kaldılar. Sonra kırık dökük teknelerin birinde Karadeniz’i aşarken hemen yanlarındakilerin ölmüş mü yoksa açlıktan soğuktan bitkinlikten bayılmış mı olup olmadığını kontrol bile temeden denize atıldıklarına tanık oldular.
Üç kardeştiler. En yaşlıları Aslengeriy yanında on yaşındaki oğlu Yusufl’a birlikteydi. Kardeşi Haj Metgeriy eşi Fati ve çocukları Elhas, Yismeil, Muslime ve Nagu vardı. Yanlarında en küçük kardeşleri Hajmemet, eşi Guli ve Ali, Fuje, Osmen, Merziye, Kasım ve Şehirhan vardı. Belki bu hikayede adları zikredilmeyen başkaları da var. Ancak, kulaktan kulağa aktarılanlar bu kadar. Bir de Anavatanda bıraktıkları ve akıbetlerini bir daha hiç bilemeyecekleri diğer kardeşleri Kansava, Lusi ve Kenetukue İlyas vardı.
Bugün ABD, Ürdün, Suriye ve Türkiye’nin birçok kentine dağılan K’enet’ ailesinin sürgün hikayeside böylece başlamış oldu.
Trabzon limanında hergün yüzlercesi ölürken, onlarca ailenin yolları ayrılırken parçalanırken onlar nasıl olmuşta başarmışlardı bilinmez. Bir arada kalmayı başardı. Havza’da kurulan kamplarda tam üç yıl sarı hummayla, sıtmayla, kolerayla savaştılar. Üç yılın sonunda hicri 1277’de (1861) Osmanlı Sultanı Abdülhamit’in fermanı ile Uzunyayla’ya doğru yola koyuldular.
Her şeylerini yitirmişlerdi. Kafilenin birkaç parça eşyasını taşıyan katırlar bile onlara ait değildi. Nihayet Uzunyayla’ya ulaştıklarında bugün Beşkızakhable (Hilmiye) köyünün olduğu yerde yeni bir köy kurmak için kolları sıvadıklarında Beşkızak, Kupşın, Nır, Biy aileleri de onlara eşlik ediyordu. Bu beş aile birlikte köyü kurdular. Uzunyayladaki köylerin kurulması sırasında Sivas ve çevresindeki ilçelerde yaşayanlar çeşitli kampanyalar düzenleyerek mültecilerin yerleşimlerine yardımcı oldular.

Hınzır’ın eteklerinde olmak...

Hınzır, yekpare bir mor kayadır… Ona ne kar ne de yeşil çam ormaları yakışmaz. O, her daim mor bir granittir ve ona sadece gün batımı yakışır. Yıllar sonra yine sol tarafımda uzayıp giden Hınzır’a ayın hüzün ve tutkuyla bakıyorum. Tıpkı kızım Janset gibi birkaç yıl önce köye gelirken Hınzır’ın eteklerine ulaştığında “Köyüme gidiyorum, hiç tanımadığım, doğmadığım ve benim için ne ifade ettiğini bilmediğim köyüme gidiyorum” diye not düşmüştü elindeki kağıda. Haklı olmalı. Ben bunca yıl sonra ala Uzunyayla’nın ne anlama geldiğini bilmiyorum. Sadece içimde derin izler bırakan bu hüzünlü bozkırdan ayrı duramasam da içimdeki bir fren ona “yurt, vatan, baba yurdu” gibi kavramlarla onu tarif etmemi engelliyor. Çünkü yurt hiç bulamayacağımız bir daha hiç üzerinde yaşamayacağımız çok uzak diyarların adı. Çünkü 147 yıl sonra bile anayurt diyince hala Kafkasya’dan başka bir şey aklıma gelmiyor.
Uzunyayla’da birkaç yıl içindi 72 Adige köyü kuruldu. Her köyün hikayesi biraz da Beşkızakhable’nin biraz K’enet’ lerin hikayesi idi.
Sürgün yoluna düştükten sonra K’enet’ ailesinin 1893 hrbinde, Birinci Dünya Savaşı’nda cepheden cepheye sürülen amcalarımın akıbetlerinin izlerini sürmekte bir okadar imkansızdı. Bugün elimdeki nüfus kayıtlarına baktığımda yirmisine basmadan savaşlarda ölen amcalarımın akıbetleri hakkında sadece kendi gerçekleğini çoktan yitirmiş paramparça şeyler duyabiliyorum. Ve aynı akıbeti paylaşan Uzunyaylalı Kabardey atlıları için yakılan “Sarıkamış Ğıbze” hepsinin ortak kaderini tarif ediyor. Ağıtın bir yerinde “Tham yi hanthupsım defat” yani tanrının çorbasını içmiştik diyor. Küçük gri Kabardey atlarının sırtında cepheden cephe at süren amcalarının çoğu cephede yaşamını yitirdi.
150 yıl Ruslarla savaştıktan sonra Anadolu’nun, Suriye’nin bütün savaşlarında at sürmek artık K’enet’lerin de kaderiydi.

Mahirbiy’in esareti ve sürgünden dönüş

Dedem henüz 16 yaşında iken askere alındı. Yemen’e gönderildi. Oradan Ürdün’e Amman düşerken İngilizlerden kurtulabilmek için üzerindeki üniformaları çıkarıp kapı kapı Amman sokaklarında koştururen onu Thabısımler evine aldı. Bu Mahirbiy için mutlak bir ölümden kurtuluş, aynı zamanda da ikinci bir esaretin başlangıcı oldu. O tarihten itibaren 15 yıldan fazla bir süre Amman’da yaşamak zorunda kaldı.
Mahirbiy, sahip olduğu tek şeyi atı ile yarışlara katıldı. Kazandığı paralarla İngilizlerden bir kamyon satın aldı. Evlendi. Ahmed, Muhammed ve Fatima isimli üç çocuğu oldu. 1930 yılına geldiğinde Türkiye’ye dönmek istedi. Ancak, eşi çocukları vermek istemediği için Türkiye’ye de gelmek istemiyordu. Zor bir karar vererek karısını ve üç çocuğunu baba evine bırakarak yola koyuldu. Dramatik bir andı. Küçük oğlu Muhammed, ata binmiş yola çıkmaya hazır babasının önüne atlayınca şahlanan at Muhammed’in ayak başparmağını koparır, şoka giren Muhammed ise bir daha hiç konuşmayacaktı. Bu kaza Mahirbiy’in yolculuğunu ertelemesi için yetmez. O inatla kardeşlerinin yanına dönmek istemektedir. Yola çıkar Suriye üzerinden Hatay’a ulaştığında sınırı geçemez. Türk vatandaşı olmadığı söylenir kendisine. Sonra gümrük memurlarına rüşvet vererek sınırı geçmeyi başarır.
Yıllar sonra 1950’li yıllarda haca gider ve dönüşte Amman’a uğrayıp çocuklarını birinci dünya savaşı sırasında aldığı kamyona bindirip Türkiye’ye getirir. Mahirbiy’in bütün çocukları Beşkızakhable’de buluşur. Bu ziyaretin ardı bir daha kesilmez

“Bu turistler size niye geliyor”

Amcam Muhammed her yaz Amman’dan Kalkar Pınarbaşı’na gelirdi. Dedem öldükten sonra da bu ziyaretlerini hiç aksatmadı. Bazen Kız kardeşi Fatima ile bazen hiç Türkiye’ye gelmeyen ama çocuklarının bizimle tanışmasını kaynaşmasını isteyen Ahmed amcamın çocukları ile birlikte. Komşularımız Türkçe bilmeyen bu garip turistlerin neden bizde kaldıklarını bir türlü anlamazdı. Sağır ve dilsizdi Muhammed amcam. Yıllar sonra dedemin evraklarını karıştırırken küçük bir nota rastladım. “Sağır ve dizsidir. Yardım Edin Amman’a gidiyor. Viranşehir Jandarma Karakolu” yazıyordu. Ancak o zaman Muhammed amcamın çocukluğundan itibaren ölünceye kadar sürdürdüğü ziyaretlerin hangi şartlar altında gerçekleştiğini anlayabildim. 1950’li yıllarda insanlar bir başka şehre gitmekte güçlük çekerken oher yaz babasını görmek için Ürdünden kalkıp geliyordu. Dedem Mahirbiy’in elinden, bu ziyaretleri sürdürebilmesi için ona birilerinin yardım etmesini sağlamak için Viranşehir Jandarma Karakolu’dan “Sağır ve dizsidir. Yardım Edin Amman’a gidiyor” diye bir yazı almak gelmişti.
Amman’daki ve Türkiye’deki K’enet’ler buluşmaya devam ediyor. Ve halâ komşularımız “Bu arap turistler size niye geldi” diye soruyor. Bu soru; 1859’da başlayan Büyük Çerkes Sürgününü ve ardından Anadolu’daki bütün savaşlarda at süren Çerkesleri anlatmadan yanıtlanamıyor…
150 yıl sonra, ne sürgün ne de savaşlar sona erdi. Kaf Dağı’nın çocukları halâ savaşıyor…

21 Mayıs 2010'da Günlük gazetesinde yayımlandı.