facebook

16 Aralık 2011 Cuma

Ne zaman ‘Vatan’ kelimesini kullansam zihnimde soru işaretleri asılı kalıyor

Bir ülkenin vatandaşı olmak, o ülkenin insanları ile omuz omuza savaşmak,  toprağını ekip biçmek, orayı senin yurdun yapmıyor. Çerkesler "vatan" kelimesini sadece Kafkasya için kullanır. Bu onların benliğine işlemiş  ağır bir travmadır. Nesiller boyunca yaşadıkları topraklara bir yabancı gibi bakar, bir çeşit mülteci hayatı sürerler.


Neden böyle bir roman yazmak istedim. Aslında nedenleri hem oldukça basit hem de oldukça karmaşık. Romandaki önemli mekanlardan biri olan Beshkızakhable benim doğduğum köy. Mahirbiy karakterini yaratırken ise bizzat kendi dedemi referans aldım. Ancak bu kadar kolay ve basit gibi görünse de aslında yazımı da bir o kadar güç bir çalışma oldu. 
Kafkasya’dan geldiğimizi hepimiz bilirdik. İhtiyarlar anavatan hikâyeleri fısıldardı kulağımıza. Ama kasabada okula başladığımda çocukların “Moskof Tohumu” sataşmalarına da, Adigece konuşanların “Türkçe konuş, burası Türkiye” diye tartaklanmalarına da tanıklık ettim.  Hepsi bu kadar da değildi tabi. Pınarbaşı’nda çarşının ortasında bir kilise vardı ama cemaati hakkında kimse konuşmak istemezdi. Evleri mezarları yoktu. Onlardan geriye kalanlar hakkında rivayetler anlatılırdı. “ Filancalar aslında dönme, Ermeni onlar” derlerdi.
Ermeniler kasabadan ayrılalı neredeyse 60 yıl geçmişti. Ama kasabadaki birçok insan neden yaptıklarını bilmeden Newroz’u ve Hıdırellez’i, kutladıkları gibi Paskalya’yı kutlamayı sürdürüyordu. Elimizde boyalı yumurtalar kapı kapı gezip yumurta tokuşturduğumuz o bayramın Paskalya’dan akıllarda kalan izlerden başka bir şey olmadığını çok uzun yıllar sonra fark ettim. Ayrıca bu benim kasabama özgü bir şey de değildi. Kayseri’nin, Yozgat’ın, Nevşehir’in birçok yöresinde benzer şeyler yaşanıyordu.
Çerkesler için her şeyin dramatik bir başka boyutu daha vardı. Ayak bastığımız her toprak, sürgünde yaşadığımız bir yer, bir çeşit mülteci kampıydı. Dokunduğun, baktığın, yaşadığın ve paylaştığın ne varsa eksikti, yarımdı. En mutlu günlerde de, en acılı anlarında da hayatında her zaman bir “Keşke” olur. Yani çocukları uzak illerde ya da askerde falanken “Keşke o da burada olsaydı” denmesi gibi bir şeydir bu. Kim olduklarını bilmediğimiz, ama benliğimizin diğer yarısı olanlar vardı ve biz her zaman “Keşke, kendi vatanımızda olsaydık” “Keşke, anavatanda yaşayan yakınlarımızın akibetini bilseydik” diyerek yaşarız.


Çerkeslerin ortak acısı
Bizim evlerimizde "vatan" diye sadece Kafkasya’dan bahsedilirdi. Bu Çerkeslerin benliklerinde yaşayan ağır bir travmadır. Nesiller boyunca yaşadığın topraklara yabancı bir yurt gibi bakarsın, bir çeşit mülteci hayatı sürersin. O ülkenin vatandaşı olman, o ülkenin insanları ile omuz omuza savaşman, o ülkenin toprağını ekip biçmen hiçbir şey hiçbir şey bu gerçeği değiştirmez.
Bu sadece Türkiye’de değil, Balkanlarda, İsrail’de, Mısır’da, Suriye’de, Ürdün’de yaşayan Tüm Çerkeslerin ortak acısıdır. Sanırım bu yüzden olsa gerek kendimi her zaman sürgünde yaşayan biri gibi hissettim. Ve ne zaman “Vatan” kelimesini kullansam zihnimde soru işaretleri asılı kaldı.
Tüm bunların yanı sıra genç cumhuriyet Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve Çerkesler için çok başka şeyleri de tarif ediyordu. Mesela İstanbul’da Çerkesce yayın yapan Guaze gazetesi, Çerkes dernekleri, Çerkes okullar kapatıldı. Ya da şapka devrimi ile birlikte sadece sarıklar çıkarılmadı. Böylece Çerkesler de başlarındaki kalpağı çıkarmak zorunda kaldı. Dedelerimiz, “Türkçe’den başka bir dilde konuşmak” suçlaması ile yargılandı, para ve hapis cezalarına çarptırıldı. Bu dedelerimizin yaşadığı bir şey olarak da kalmadı. 1991’de kızım dünyaya geldiğinde nüfus memurları Türkçe olmadığı için kızımın adını “Janset” olarak kaydetmeyi kabul etmedi. Uzun çabalardan sonra kızıma Janset’in Türkçe uyarlaması “Canset”  adıyla kimlik çıkartabildim.
Yani aslında bugün Türkiye’nin gündemindeki demokratikleşme, Ermeni sorunu, Kürt sorunu vb. birçok sorunun temelleri 1930’lu yıllarda atıldı. Seksen yıl boyunca da Türkiye’nin en ağır sorunları olarak varlığını sürdürdü.


Dedemin hikâyesi de var
Bir dönem romanı yazmak oldukça güç bir uğraş. Özenli dikkatli ve büyük bir araştırma yapmayı gerektiriyor. Açıkçası ülkemiz bu konularda da çok sıkıntılı… 1930’ların Paris’i hakkında binlerce materyal bulabilirsiniz. Ama iş Kayseri’ye Uzunyayla’ya gelince durum değişiyor. “1930’larda hayat neye benzerdi. Nasıl giyinirler, ne yer ne içerler, nasıl seyahat ederlerdi” gibi sorular sorduğunuzda yanıtlarını aylarca aramanız gerekiyor. Nitekim öyle de oldu. 1930’lu yılların doğru bir portresini çizmek için 2 yıl boyunca fotoğraf arşivleri, dönemin hikayeleri, ansiklopediler, ne bulduysam okumak ve notlar almak zorunda kaldım. Kitabın önemli kahramanlarından Mahirbiy’i yazmak da kolay olmadı. Onun hakkında benim de ailemin de bildikler klişelerden ibaretti. 1. Dünya Savaşı’nda askere alınmış, önce Yemen ardından Amman’da savaşmıştı. Sonra kentin İngilizlerin eline geçtiği gece Amman Çerkesleri dedemi kurtarmıştı. Dedem o andan sonra 15 yıl Amman’da yaşamış, evlenmiş üç çocuk yapmıştı. 1930’larda ise ailesini bırakıp Türkiye’ye dönmüştü. Nitekim, ‘80li yıllarda benim öz yeğenim Ankara Ürdün Konsolosluğu’na atandı. Yıllarca Ürdün Konsolosluğunda memur olarak çalıştı. Emekli olduktan sonra Suriye’ye yerleşti. Karısı Suriyeli bir Çerkes’di. Yani ailemin trajedisini anlatmak bir bakıma Çerkes halkının trajedisini de anlatmak anlamına gelecekti.


“Dört yılda tamamladım”
Ben Ürdün’ü hiç görmemiştim. Dedemin hikayesi hakkında da bildiklerim çok sınırlıydı. Bu yüzden aylarca 1. Dünya Savaşı’nda Ürdün ve Suriye’de olup bitenleri okuyarak kendi kahramanımı yaratmak zorunda kaldım. Yani roman, toplamda dört yıla yayılan bir araştırma ve çalışmanın ürünü olarak şekillendi.
Ben, bu çalışmayı hem kendi halkıma hem de doğduğum topraklara bir vefa borcu gibi görüyorum.
Tehcir’e uğrayan Ermeniler, mübadelede Türkiye’yi terk eden ya da Türkiye’ye gelenler, Balkan göçmenleri, ’93 muhacirleri ve daha niceleri bu ülkenin tarihinin ayrılmaz bir parçası. Dolayısıyla Anadolu’da yaşayan herkes biraz sürgün gibi yaşıyor. Bu tarife ülkeyi ekonomik ya da politik nedenlerle terk eden milyonlarca mülteciyi de eklerseniz hepimizin biraz göçmen ve biraz yurtsuz olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bu yüzden sık sık geriye dönüp kendi benliğimizi, eksik ve yarım bir taraflarımızı tamamlama ihtiyacı duyuyoruz.
Benim bu romanı yazmamın en önemli nedeni buydu.

12 Kasım 2009’da Hürriyet ve Referans
gazetelerinde yayımlanan söyleşinin tam metni…


30 Kasım 2011 Çarşamba

Tanrının çorbasını içenlerin öyküsü

Diğerlerinden farklı özellikler taşısa da Kürtler, Aleviler ve Süryaniler gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında uygulanan Türkleştirme polikasından etkilenen bir etnik topluluk daha var. Recep Genel, onların öyküsünü romanlaştırdı. 

Kitaba adını veren "Tanrı'nın çorbasını İçmiştik" (Tham Yi Hıanthupsim Deefat) cümlesi Çerkesçe yakılmış Sarıkamış ağıtından bir mısra. 1914 yılında padişah Sancak- ı Şerif'i çıkartıp cihat ilan edince, 1864 Büyük Çerkes Sürgünü'nde anavatanları Kafkasya'yı terk etmek zorunda kalıp Anadolu'da Kayseri'nin Uzunyayla'sına yerleşmiş Çerkes de Kutsal Savaş için Kafkas Alaylarına katılıp cepheye gitmişlerdi.
Keskin Arap kılıçlarının, Rus silahlarının, İngilizler başta olmak üzere emparyalist ölüm makinelerinin hedefinde kaldıkları yetmezmiş soğuk ve sıcakla imtihan edilen Osmanlı Yiğitlerinden bir kısmını da onlar teşkil ediyordu.
Gazeteci-yazar Recep Genel'in İthaki Yayınevi tarafından yayınlanan "Tanrı'nın Çorbasını İçmiştik" adlı ikinci romanı o yılları değil ama o yılların acıları dinmeden yaşanan daha sonraki zaman dilimini kapsıyor.

Anadolu'da asilimasyon politikaları
Zaman, "Jandarmayı hükümeti üstünüze salarım" tehdidinin Anadolu'da geçerli akçe olduğu ve kimilerinin işlerini kolaylaştırdığı, kimilerinin hayatını zehir ettiği günleri.
1930 yıllarda Kayseri'de başlayıp İstanbul'a uzanan öykü çerçevesinde Türk olmayan unsurlara yönelik bir asimilasyon politikası olduğu savunuluyor ve bu politikaların  "Türkçe Konuş Vatandaş" kampanyaları ile de desteklendiğine dikkat çekiliyor.  Söz konusu politikanın eleştirildiği romanda Çerkeslerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların gözünden genç cumhuriyete yönelik bir sorgulama söz konusu.
Gazeteci-yazar Recep Genel, roman kahramanları için, "Balkanlarda, Çanakkale'de, Sarıkamış'ta Yemen'de, Trablusgarp'da ve son olarak Kurtuluş Savaşı'nda Anadolu insanı ile omuz omuza savaştılar, Cumhuriyeti birlikte kurdular. Ne olduysa ondan sonra oldu. Okulları,gazeteleri, dernekleri kapatıldı. Dilleri yasaklandı. İsimleri, soy isimleri Türkleştirildi.  Bazen "Kafkas Türkleri", bazen "Moskof Tohumu" oldukları ileri sürüldü" diyor.
Roman yer yer servetlerin el değişimine iğnemeler yaparak, dönemin politik  atmosferini resmetmenin yanı  sıra fallar, büyüler  ve  gelenekler kıskacındaki taşra yaşamın özelliklerni okura hissettiriyor.
Recep Genel eserindeki kahramanı da;  "İstanbul'dan ayrıldığı andan başlayarak, sadece Hattu Aslen'di. Ve Hattu Aslen, İstanbul nedir bilmezdi. İstanbul'u sadece Aslan Güzelyurt görmüştü. Bir bedende iki ruh taşıyordu" diye özetliyor.
Roman karakteri Aslan Güzelyurt ne zaman İstanbul'dan ayrılmak istese, acıya boğuluyor, öksüzleşiyor. Ne zaman ki onu taşıyan araç Pazarören'den çıkıp Pınarbaşı'na doğru yol alsa, Hattu Aslen'in içini özlem basıyor, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oluyor ve kapılarının önüne ulaşıncaya kadar yerlerini ezbere bildiği her değirmenin, her iğdenin, her söğüdün izini sürüyordu. Ve Uzunyayla'da, her ne kadar kendisini buraya ait hissetmese de burada Hattu Aslen olmak, o kabul etsin ya da etmesin Aslan Güzelyurt olmaktan daha iyiydi" sözleri ile Türkiye'de azınlık olmanın ağırlığını dile getiriyordu.

Yazar, Kayseri Pınarbaşılı ve Çerkes
Eserinde, "Çerkesler, bir taraftan sürgünde yaşamanın acıları ile boğuşurlarken, diğer yandan yeni yurtlarının bir parçassı olarak kabul edilmek için çaba harcıyorlardı" diyen  1968 Kayseri-Pınarbaşı doğumlu yazar aslında kendi doğup büyüdüğü toprakların ve halkının öyküsünü kendi gözünden yansıtıyor.
İstanbul Üniversitesi Iletişim Fakültesi mezunu olan yazar, eserinde kimi isimleri Çerkesçe olarak kullanıyor, romanın sonunda bu isimlerin anlamlarını içeren küçük bir de sözlük var.
Genel, 1992'de politik nedenlerle bir yıl cezaevinde kaldı. 1993 yılında Gençliğin Sesi Dergisi Yayın Yönetmeni olarak gazeteciliğe başlayan Recep Genel, çeşitli yayın organlarında yayın yönetmeni, yazıişleri müdürü, editör olarak görev aldı. İmzalı, imzasız çok sayıda haberi, makalesi yayımlanan yazar halen gazeteciliğe devam ediyor.
2008'de yayımlanan "Bilmiyorumkadın" (Scala Yayınları) ile okurların ve edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmişti. Yazar, Bilmiyorumkadın'da 90'lı yıllarda yaşanan politik karmaşanın, çatışmaların orta yerinde kendi açmazlarını, geçmişten gelen acılarını bir girdap gibi yanında taşıyan insanların hayata tutunma mücadelesini Behiye ve Talat'ın 'olmaz', 'onmaz' aşklarını olayların merkezine koyarak anlatıyordu.

Haber 7 / 01 Aralık 2009  

29 Kasım 2011 Salı

Acı kendini hatırlatır

"Bilmiyorumkadın", Recep Genel"in ilk romanı. Burada anlatılan bir aşk hikâyesi olsa da, geçmişten kalan acıların her şey gibi aşklarını da zehirlediği karakterlerinin trajik hikâyesini anlatmasıyla öne çıkıyor.


Üstesinden gelinemeyen acı, fırsat bulduğu her anda kendini hatırlatır. Bu yüzden hiç eskimez. Çünkü acı sonlanmadığı durumlarda, her söz ve kelimeyle varlığını ispat etmeye kalkışır, bunu çoğu zaman başarır da. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, Türkiye’nin yakın tarihinde egemenlerin, kendini bu toprakların tek sahibi sayanların, farklı anlayışlar için yarattığı cehennem ortada. Muhalif kesimin döne dolaşa, yaşadığı acıya gelmesinin nedeni, bu büyük cendereyi yaratanların küstahlığı değil mi? Bu kesimlerin acılarını unutamamalarının biricik nedeni, yaşadıkları hiçliğin telafi edilmemekteki ısrarı değil mi? Ve her seferinde acıyı, hiçliği, yitikliği dile getiren söz ile yazının, hiç eskimemesinin, hep diri, bugüne ve şimdiye dair kalmasının nedeni bu değil mi? Geçmişle hesaplaşma, acı çekmiş olanlardan, mağdurlardan özür dilendiği için önemlidir. Bunun tersi, tarihi kalın kapıların ardına kilitlemek, onu görmezden gelmek, unutmaya çalışmaktır. Oysa söze gelmesi ve yazıya dökülmesi gerekenler, her şeye rağmen, akacakları bir mecra bulurlar.
Bilmiyorumkadın, Recep Genel’in ilk romanı. Burada anlatılan bir aşk hikâyesi olsa da, geçmişten kalan acıların her şey gibi aşklarını da zehirlediği karakterlerinin trajik hikâyesini anlatmasıyla öne çıkıyor. 1990’lı yılların politik karmaşasında geçen roman, konumlandıkları zemini yitiren, yeni dünyaya uyum sağlamaya çalışırken kendilerini kör bir boşlukta çırpınıp durur halde bulan, fakat çok insani bir şekilde, bu aşamada aşkı da talep eden bireyleri anlatıyor. Bu aşk talebinin, yaşanan travmanın telafisi olarak düşünülmesi, öte yandan baskın olan acının bunu mümkün kılmaması kurgunun asıl temasını oluşturuyor. Burada, öne çıkan duygu aşk değil, bireyin tüm düşünüşüne egemen olmuş, hatta mutluluk duygusunu da elinden geldiğince zehirleyen acının kendisidir. Dolayısıyla çözüm bulunamamış acının, nihayetinde tüm duygulara sirayet edebilen yıkıcı gücü, Bilmiyorumkadın’ın temel çerçevesini oluşturuyor.
Yaşam gerekçeleri yaratmak
Bilmiyorumkadın farklı karakterleri ve onların öykülerini barındırsa da, asıl olarak Talat ile Behiye arasındaki ilişkiyi ve onların birbirine zıt duygularını hikâye edişiyle öne çıkıyor. Geçmişinde kalan sıkıntıların bugününü de şekillendirdiği Talat için aşk, hayat karşısındaki yenilgisinin üstesinden gelmesinin biricik yoludur. Çünkü böylesi bir duygu sayesinde, yaşadığı yeniklik hissini, gündelik hayatla arasındaki kopukluğu ve yabancılaşmayı aşabileceğine inanır. İşte, “Kendi yıkıntılarının arasında yaşamayı bilmelisin” (s. 7) diyen Talat’ın tek talebi, bunu telafi etmekten başka bir şey değildir. Fakat bu beklenti, ilişkinin diğer tarafı Behiye’nin karmaşık dünyası düşünüldüğünde karşılığını bulamaz. Aşkı neredeyse sadece korkularıyla algılayan ve anlatıcının “Tutunmayı da, bağlanmayı da bilmeyen” (s. 27) olarak tanımladığı Behiye ise, hayalindeki sevginin gerçek hayatta izdüşümünün olmadığına inanır. Bu durum, her iki taraf için de bir aşırılığa işaret ediyor. Artık kaybedecek pek bir şeyi olmayan Talat, tüm inancını bu sevgiye bağladığı için aşırı; Behiye ise, içine kapanık ve sürekli kendini savunur durumda hissetmesinden dolayı aşırıdır.
Fakat metin, ikilinin bu huzursuz iç dünyalarının dışa yansımaları üzerine kurulurken, tatmin edici bir sevginin yaratılamamasının, gerçeklerle, yani toplumun “ortak yazgısıyla” ilişkisini de ihmal etmiyor. Burada asıl vurgulanması gereken, karakterlerin trajediyle kurdukları güçlü bağlar kadar, bu trajedinin oluşumundaki önemli dışsal etkenlerdir. Genel’in kurgusunun, karakterlerinin umutsuz dünyaları kadar, insanı yıkımın eşiğine getiren siyasal-sosyal etkileri de yeterli derecede esere yedirdiğini vurgulamakta fayda var. Bu öyküden görünen, her biri kaotik iç dünyalarının üstesinden gelmeye çalışanların, gerçekler ne kadar zorlayıcı olsa da, hayata devam edebilmek için kendilerince gerekçeler yaratma çabasıdır. Genel’in eserini gerçekçi kılan asıl etkenin, sevgiyi aşırı romantizmden ibaret bir duygu olarak tasvir etmeden, onu, politik karamsarlıklar, belirsizlikler ve ekonomik sorunlar gibi dışsal faktörler çerçevesinden işlemesidir diyebiliriz. Dolayısıyla, anlatıcının “Gelecek ve geçmişin olmadığı bir zaman diliminde, sadece aşkları değil, yaşamın kendisi de onları kuşatan kırık dökük ve umutsuz bir sarmal gibiydi,” (s. 73) cümlesi, üstesinden gelinemeyen gerçeklikler karşısında, karakterlerin her şeye rağmen umutlarını koruyabilme çabasına işaret ediyor.
Başka öyküler, başka dünyalar...
Yukarıda söylediğim gibi, Bilmiyorumkadın sadece Talat ile Behiye aşkından bahsetmiyor. Bu iki isimle ilişkili başka karakterler ve onların öyküleri de romanda karşımıza çıkıyor. Bunlar Cevdet, Yasemin ve Canan üçlüsü ile Ramazan ile Banu ikilisidir. Genel’in son karakterlerini öyküye katma biçimi, Talat ile Behiye’de olduğu gibi aşk eksenlidir ama, bunlar, kimi zaman diğer karakterlerle kesişen öyküleriyle kurguda yer buluyor. Örneğin Cevdet, Talat ile ortak bir geçmişten gelmesine rağmen, içinde bulunduğu karmaşadan kendine hiç pay çıkarmaması, adeta hiç etkilenmemesiyle öne çıkıyor. Umursamazlığıyla Cevdet bu dönemi, yarını olmayan ilişkilere savrularak ve daha çok unutarak yaşar. Kendisinin bu savruluşlardaki son durağı, özgüven sahibi, güçlü ve daha akılcı davranan Canan karakteri olur. Fakat öncesinde ilişkide bulunduğu kadınlardan Yasemin, güçsüz ve melankolik oluşuyla, Cevdet’in olumsuz ruh halinden daha çok etkilenir. Hatta, kadının trajik sona evrilen öyküsünde, Cevdet’in umursamaz ve savruk tavrının belirleyici bir rol oynadığı dahi söylenebilir.
Nihayet, Ramazan ile Banu birlikteliğinin, eserdeki en iyimser ve uyumlu sevgi ilişkisi olduğu söylenebilir. Yoksulluk sıkıntısını diğer karakterlerden daha yoğun yaşamalarına rağmen, bu ikilinin kaygı düzeyi, diğerlerinden daha düşüktür. Son olarak, Banu ve Ramazan’ın başka ülkelere kaçak yollarla göç etme girişimi ve ardından yaşadıklarının da, romana hareket kazandırdığını da belirteyim.

Hayata tutunmalarına, yeniden istemelerine yarayacak, bir söz, bir nefes duymayı umut etse de bu karabasanın ne zaman dağılacağına ilişkin bir işarete, emareye de sahip değildi. Beklemek, istemek yeterli değildi ki. Elinden gelen bir şeylerin olması ya da başka birinin uzatacağı bir el gerekiyordu. Sanki herkes kendi karabasanının karanlığına çekilmişti.
İdealler, gelenekler, kuramlar ve ahlakla örülürüz. Dönüp, dönüp “Hayat nedir? Ne istiyorum ben...” diye sorarız. Demirleyecek güvenli limanlar ararken, yelken açıp gitme gücüne sahip olmak da isteriz.
Aşkı, tutkuyu isteriz. Nefret etmeyi, asla unutmamayı ve hatırlamamayı dileriz. Hepsinden birazı gelir, bizi bulur. İstediğimiz renkte ve dokuda değildir. Tadı da arzuladığımız gibi değildir. Ama çağırdığımız, istediğimiz, özlediğimiz şeyin "o"  olduğunu kabullenmekten başkaca bir seçeneğimizin olmadığını da hissederiz.
Kitaptan
Erkan Canan / Radikal / 24 Ekim 2008

Biyografi


Recep Genel, Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesine bağlı Beshkızakhable (Hilmiye) köyünde dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi, iletişim Fakültesi mezunu. Recep Genel 1993 yılında Gençliğin Sesi'nin Yayın Yönetmeni olarak gazeteciliğe başladı. İmzalı, imzasız çok sayıda makalesi yayımlandı. Çeşitli yayın organlarında yayın yönetmeni, yazıişleri müdürü, editör olarak görev aldı. Recep Genel'in ilk romanı olan “Bilmiyorumkadın” (Scala Yayınları) 2008'de yayımlandı. Okurların ve edebiyat çevrelerinin beğenisini kazanan “Bilmiyorumkadın” 90'lı yıllarda Türkiye’de yaşanan politik karmaşanın, çatışmaların orta yerinde, kendi açmazlarını, geçmişten gelen acılarını bir girdap gibi yanında taşıyan insanların hayata tutunma mücadelesini Behiye ve Talat'ın 'olmaz', 'onmaz' aşklarını olayların merkezine koyarak anlatıyordu. Recep Genel, “Tanrının Çorbasını İçmiştik” (2009, ithaki Yayınları) adlı ikinci eserinde ise 1930 yıllarda Kayseri’de başlayıp İstanbul’a uzanan bir öykü ekseninde cumhuriyetin ilk yıllarında “Türkçe Konuş Vatandaş” kampanyaları ile de desteklenerek sürdürülen asimilasyon politikalarını eleştiriyor. Roman aynı zamanda Çerkes, Kürt, Ermeni ve Rumların gözünden genç cumhuriyeti de sorguluyor.

BİLMİYORUMKADIN
Scala Yayınları,
Temmuz 2008, 196 sayfa
Recep Genel, Bilmiyorumkadın’da toplumun çok farklı kesimlerinden insanları ortak acılar etrafında bir araya getirerek, toplumsal çatışmaların yarattığı sorunların ne kadar derin izler bırakabileceğini göstermek isterken, her insanın hayatının bir parçası olan aşkın da bu yaralardan nasibini alacağını da gösteriyor. Romanın ana kahramanlarının geçmişte aidiyet ilişkisi kurdukları şeylerden bir şekilde ayrı düşmüş ve geleceğe de dair umutlarını yitirmiş olmaları dikkat çekiyor. Kısacası, onların aşktan başka tutunabilecekleri bir şeyleri yok. Ancak, aşk tüm acıları unutturabilecek, her şeye iyi gelecek bir tılsım değildir. Recep Genel’in ilk romanı olan Bilmiyorumkadın aynı zamanda güçlü bir aşk hikâyesi… Üstelik sadece kitabın ana karakteri olan Behiye ve Talat’ın aşk hikâyesi de değil. Bilmiyorumkadın’da Ramazan ile Banu’nun birbirine tutunarak ayakta kalma çabaları ve birlikte yaşayabilmek için ülkeyi terk etme maceraları, Yasemin’in Cevdet’le yaşadığı ilişkinin yarattığı acılardan kurtulmak için kendini Erzurum’a sürgün etmesi romanda en az Behiye ve Talat’ın ilişkisi kadar ilgi ile okunuyor. Kitaptaki karakterlerin ortak yanı ise ait oldukları hayatlarından kopmuş, köklerinden koparılmış olmaları… 



TANRININ ÇORBASINI İÇMİŞTİK
İthaki Yayınevi,
Aralık 2009, 226
Tanrının Çorbasını İçmiştik, 1930’lu yıllarda Uzunyayla’da başlayıp İstanbul’a uzanan bir öykü ekseninde farklı etnik gruplardaki Türkiyelilerin gözünden cumhuriyetin ilk yıllarını resmederken, onların acılarla dolu var olma serüvenlerine de tanıklık ediyor. Recep Genel, romanı “Henüz her şeyin başıydı. Unutmak için de anlatmak için de erkendi... Çerkesler, bir taraftan sürgünde yaşamanın acıları ile boğuşurken, diğer yandan yeni yurtlarının bir parçası olarak kabul edilmek için çaba harcıyordu. Zaman içinde yitirdikleri benliklerinin yerine koyabilecek bir şeye hiçbir zaman sahip olamayacaklarını idrak edeceklerdi… Bu ülkenin bütün göçmenleri, bu ülkeden kopan tüm mülteciler gibi…” sözleriyle özetliyor. Çerkeslerin yaşadığı kimlik çatışmalarına da geniş yer veren romanda şu sözler dikkat çekiyor: “İstanbul’dan ayrıldığı andan başlayarak, sadece Hattu Aslen’di. Ve Hattu Aslen, İstanbul nedir bilmezdi. İstanbul’u sadece Aslan Güzelyurt görmüştü. Bir bedende iki ruh taşıyordu. Aslan Güzelyurt ne zaman İstanbul’dan ayrılmak istese, acıya boğulur, öksüzleşir, ne zamanki onu taşıyan araç Pazarören’den çıkıp, Pınarbaşı’na doğru yol alsa, Hattu Aslen’in içini özlem basar, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi olur ve kapılarının önüne ulaşıncaya kadar, yerlerini ezbere bildiği her değirmenin, her iğdenin, her söğüdün izini sürerdi... Yine Uzunyayla’daydı. Ve her ne kadar kendisini buraya ait hissetmese de, burada Hattu Aslen olmak, o kabul etsin ya da etmesin Aslan Güzelyurt olmaktan daha iyiydi.”




25 Ekim 2011 Salı

Sürgünde yaşayan bir ulusun romanı

‘Tanrının Çorbasını İçmiştik’, romanını kahramanları Çerkes olan romanlardan ayıran en önemli şey, onun bir Çerkes kahramanın, bir grup Çerkes’in hikâyesini anlatmaktan öte, sürgünde yaşayan bir milletin fotoğrafını çekmesidir.

Recep Genel, romanda ustaca bir kurguyla birleştirdiği irili ufaklı öyküler aracılığıyla aydınından, esnafına, işsizinden imamına kadar yaşamın her alanındaki Çerkesleri,  sürgün bir ulusun parçaları olarak bir araya getiriyor. Recep Genel romanda, sürgün bir ulusun fotoğrafını çekerken tarihsel gerçeğin zemininden ayrılmadan masaldan gerçeğe, gerçekten masala uzanan bir zeminde hareket ederken,  Uzunyayla’nın kendine özgü coğrafyasını da destansı bir üslupla arka fona yerleştiriyor. Tanrının Çorbasını İçmiştik,  at sırtında dörtnala yol alan binicilerle açılıp, bir öyküden bir diğerine hızla akarken, yer, zaman ve mekân arasındaki ilişkiyi bir kenara koyarak, bazen Hititlere kadar uzanıp “Çerkeslerin en eski yurtlarından biri Anadolu’ydu” diyor.  Bazen 1970’lere kadar dönemin politik olayları içinde savrulan Çerkesleri resmediyor. 
Romanın bugüne kadar pek öne çıkmayan en önemli kahramanları ise Gune ile Zehid olsa gerek. Zira yazar, onların aşkını “Ferhat  İle Şirin”, “Leyla İle Mecnun”  gibi destansı bir aşkı resmederken,  hikâyeyi de bu aşkın etrafında birleştiriyor. 
Zehid ile Gune romandaki diğer kahramanlardan ayrı olarak, kendi aşklarının derdine düşmüş gibi görünse de yazar, onların aşkını bir ulusun, her şeye karşın yaşama iradesi gibi resmetmekten geri durmuyor. Zehid’in Gune’yi kaçırıp gece karanlığında Kayseri’den Uzunyayla’ya doğru at sürdükleri bölümde yer alan şu cümleler ise zihinlere çakılı kalıyor: " Ortalık ağarmak üzereyken, karanlık bir denizin kıyıları döven ak köpükleri gibi, dalga dalga Hınzır’a doğru akan bulutları izleyerek, Panlı’nın, Akören’in içinden geçip Aygörmez’e ulaştılar.
Atların toynakları Hatukuay çayırlıklarına değdiğinde, başarmanın sevinci, çocuksu mutluluğu atlıların yüzüne yerleşti.  Yorgun atlarını dinlendirmek için yularlarını gevşetip, başlarını Kayseri’ye doğru çevirdiler. Aldıkları onca yolu, kazandıkları zaferi görmek istercesine gülümseyerek bakıyorlardı. Çörmüşek Boğazı’na girmişlerdi.

…                     
Yanından geçtikleri derenin üzerinde, dereyle koşut, küçücük bir bulutçuk asılıydı; neredeyse sabah olacaktı, atlar havanın soğuğuna karşın terliydi.
Gece boyunca hiç mola vermeden, arkalarına bakarak at sürmüş, Gune’nin ailesinin onların ardına düşmesi ya da jandarma ile karşılaşma kaygısıyla yol almışlardı.
Oysa şimdi Aygörmez’in kıyısındaki  çayırlıkta, çiy tanelerinin ıslaklığı atların toynaklarında, ağır ağır ilerliyor, bundan sonrasını düşünmeye ihtiyaçları varmış gibi davranıyorlardı.
Gune’nin heyecanı ise hepsininkinden farklıydı. Yeşil gözlerini ufka dikmiş, orada bir yere bakar gibiydi. Bir gecede, bir hayattan bir diğerine dörtnala at sürmüştü.” (sayfa 159)
Kuşkusuz bir ulusu resmediyorsanız, onlarca karakteri iç içe geçirmeli, ortaya o ulusun sağlam bir portresini de çıkarmalısınız. Recep Genel’in “Doğduğum topraklara vefa” olarak adlandırdığı roman onca kahramanın hikâyesini usta işi bir kurguyla iç içe geçirerek, zor olanı başarıp, sadece bir ulusu resmetmiyor, aynı zamanda heyecanla okunan bir hikâye ortaya çıkarıyor.
Romanın en önemli karakteri olan Mahirbiy aynı zamanda Recep Genel’in dedesinin öz yaşam öyküsünden hareketle kurgulanmış. Mahirbiy, gerek Birinci Dünya Savaşı yıllarında başından geçenler, gerekse Uzunyayla’daki hayatı ile Çerkeslerin anavatanlarından sürüldükten sonra yaşadığı tarihsel acıları kendi bünyesinde birleştirdiği gibi, sık sık Çerkes ulusunun sağduyusunu temsil eden bir kişilik olarak ortaya çıkıyor. Yani, onun savaş yılları boyunca  başından geçenler, Çerkeslerin ortak acısı olduğu gibi  kitabın son bölümünde sorduğu “Kaç vatan için öldükten sonra, vatansız olmaktan çıkacağız”  (sayfa 219) soru da Çerkeslerin ortak bir sorusudur.
Recep Genel bir söyleşisinde, Mahirbiy’in hayat hikâyesini anlatırken şöyle diyor:“Kitabın önemli kahramanlarından Mahirbiy’i yazmak da kolay olmadı. Onun hakkında benim de ailemin de bilgisi klişelerden ibaretti. Birinci Dünya Savaşı’nda askere alınmış, önce Yemen ardından Amman’da savaşmıştı. Sonra kentin İngilizlerin eline geçtiği gece Amman Çerkesleri dedemi kurtarmıştı. Dedem o andan sonra 15 yıl Amman’da yaşamış, evlenmiş üç çocuk yapmıştı. 1930’larda ise ailesini bırakıp Türkiye’ye dönmüştü. Nitekim ‘80li yıllarda benim öz yeğenim Ankara Ürdün Konsolosluğu’na atandı. Yıllarca Ürdün Konsolosluğunda memur olarak çalıştı. Emekli olduktan sonra Suriye’ye yerleşti. Karısı Suriyeli bir Çerkes’di. Yani ailemin trajedisini anlatmak bir bakıma Çerkes halkının trajedisini de anlatmak anlamına gelecekti. (12 Kasım 2009’da Hürriyet ve Referans gazetelerinde yayımlanan söyleşi)

Dikkat edilirse bu hikâye aynı zamanda Çerkeslerin yaşadığı büyük trajedinin küçük ölçekli bir tarifi ya da kişisel bir hikâyede vücut bulmasından başka bir şey değil. Yani, yazar aslında dedesinin otobiyografik hikâyesini anlatmaktan çok, bir ulusun yaşadığı ortak acıların simgesi olarak kendi Mahirbiy karakterini yaratmayı tercih etmiş gibi görünüyor.

Azınlık politikaları da eleştiriliyor

Recep Genel, Cumhuriyet  Türkiye’sinde yaşayan  Çerkesleri resmederken dönemin  poyitik atmosferinin de iyi bir portresini çıkartmaya da özel bir önem veriyor. Çerkeslerin Türkiye’deki yaşamlarını, çektikleri acıları, ülkede uygulanan asimilasyon politikalarının bir parçası olarak ele alıp,  yer sert sert bir dille eleştirmekten de geri durmuyor.
Roman ayrıca,  Çerkesler arasında büyüyen Ermeni asıllı Ahmet şahsında Tehcir’e uğrayan Ermenileri, Kriyaki’nin İstanbullu ile ilişkisini anlatırken, mübadelede Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakılan Rumları, Dersim olaylarından sonra Kürtlerin yaşadığı acıları da Çerkeslerin acılarının yan yana koyuyor.  Recep Genel bu yaklaşımını “Anadolu’da yaşayan herkes biraz sürgünde yaşar gibi yaşıyor. Bu tarife ülkeyi ekonomik ya da politik nedenlerle terk eden milyonlarca mülteciyi de eklerseniz; hepimizin biraz göçmen ve biraz yurtsuz olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bu yüzden sık sık geriye dönüp kendi benliğimizi, eksik ve yarım bir taraflarımızı tamamlama ihtiyacı duyuyoruz” (12 Kasım 2009’da Hürriyet ve Referans gazetelerinde yayımlanan söyleşi)  sözleriyle özetliyor.

'Dı Tıleys'

Kitabın final bölümünde Çerkes toplumunun sürgündeki yaşamı için Mahirbiy,  Zehid’e “Dı Tileys”  (Tıleyiz) , (Sayfa 219) diyor. Ya da yazar, Çerkeslerin anayurtlarından ayrı sürdürdükleri yaşamı “Tıley” olarak adlandırıyor.
Tıley, eski Çerkes kültürü içinde özel bir yere sahiptir.
Yine romanda yer alan Adigece Sözlük’te  “Tıley” için şu sözlere yer veriliyor: “Adigeler, bir daha asla geri dönmemek üzere sefere çıkan savaşçılarını Tıley olarak adlandırırdı. Eski çağlara kadar uzanan bu geleneğe göre, gönüllü savaşçı için yola çıkmadan önce sade bir tören düzenlenirdi. Törende, Tıley’in kız kardeşi, kırmızı kumaşa ilk makas darbesini indirdi. Kırmızı kumaşa vurulan makas darbesiyle birlikte Tıley'in yaşamla arasındaki bütün bağların kesildiğine inanılırdı. Bu dinsel tören sırasında sadece saldırı silahlarını kuşanan Tıley,  çıktığı seferden geri dönmezdi. Zaten Tıley, Adigece "Kayba verdiğimiz" anlamına gelir.” (Sayfa 227)
Böylece Recep Genel anayurtları Kafkasya’dan koparılan Çerkeslerin sürgün yaşamlarının  bir “Tıley” hikayesi olduğunun altını çizmek istiyor. 

H. ÖZGÜNDÜZ / Roman Kahramanları / Ekim 2011