facebook

31 Ekim 2010 Pazar

Bir yanım, diğer yanımı inkâr ediyor




Ne zaman Çerkesçe bir şarkı dinlesem, ne zaman anadilimde konuşsam, bu şehir sanki bana sırtını dönüyor, sanki o anda beni terk ediyor. Ve ben, bu şehirde bir yanım, diğer yanımı inkâr ederek yaşıyorum.


Akşamüstü, eve dönüyorum...  Sık sık yaptığım gibi kulaklarımı sokağın gürültüsüne tıkayıp, müzik çalardan şarkılar dinleyerek yürüyorum.İstanbul üstüne akşam alacasını çekmiş. Benim şehrim, benim sokaklarım… 26 yılımı geçirdiğim bu kent, bana birçok şeyden daha yakın ve daha sıcak. Bu şehrin sokaklarında avare avare dolaşmaktan duyduğum hazzı bana hissettirebilen çok az şey var. Bu kente ayak bastığım gün, kendi kendime “Bu şehirde yaşamalıyım. Buradan başka bir yere gitmek istemiyorum” dediğimde, henüz birkaç saattir İstanbul’daydım. O günden bu yana, hep aynı duygularla yaşadım. İstanbul’u, İstanbul’un her halini sevdim. Onun keşmekeşi içinde kaybolup gitmeyi sevdim.Ben sokaklar boyunca yürürken, müzik çalardan bir şarkı, bir şarkı daha kulaklarıma ulaştı. Sonra birden bire, acılı bir kadının feryadı gibi “Kayseri ghueguem” çalmaya başladı. Hani şu Destur’un “Yar Alıh Kayseri ghueguem” diye başlayan şarkısı… Üstelik çığlıklar benim dilimde, sözler benim acılarımdı.Bir anda 27 yıllık şehrim, ayaklarımın altından kaydı. Kulağıma dolan müzik, duyduğum bu sözler, her kelimesini ruhumun derinliklerinde bir yerde hisseden ben… Hiçbirimiz bu kente ait değildik. Bu kent, “Kayseri ghueguem”e, onun diline, müziğine, ritmine yabancıydı. Ne sokaklarını, ne de caddeleri bizi tanımıyordu, bu kentin.Etrafımdan gelip geçen herkes bu kentin bir parçası olabilirdi. Ama ben İstanbul’un sığınmacısı, sürgünü, mültecisiydim. Beni anlaması, şarkılarımı anlaması imkânsızdı. Benim şarkılarımı anlasa bile, onun için yabancı bir dilden ezgiler olacaktı. 26 yıl daha iki denizin bir birine karıştığı bu kentte yaşasam da bunu değiştiremeyecektim.Ne zaman Çerkesçe bir şarkı dinlesem, ne zaman anadilimde konuşsam bu şehir, sanki bana sırtını dönüyor, sanki o anda beni terk ediyor. Ve ben, bu şehirde bir yanım, diğer yanımı inkâr ederek yaşıyorum.Bazen, hayatınızdaki bütün parçaları ayıklamaya başlarsınız, tıpkı bir evi toparlar gibi yavaş yavaş, bir ucundan toparlanmaya başladığınızda, kısa sürede her şey gereksiz, anlamını, değerini, zamanın bir yerlerinde yitirmiş gibi gelir. Bırakın, artık sizi yoran bir şeyleri toparlayıp kaldırmayı, hepsini öylece ortada bırakıp, çıkıp gitmek istersiniz.Yaşadığınız şehir, oradaki eviniz, yıllardır tüm yorgunluklarına eziyetlerine katlandığınız işiniz, acılarınızı, sevinçlerinizi paylaştığınız dostlarınız, ne varsa, ne varsa, hayatınızdan çıkıp gitmesini arzularsınız. Hem de bunun sifonu çeker gibi bir anda yapmak istersiniz. Böylesi zamanlarda bir ayrıntı, bir şarkı, bir obje yani bir şey… yıllardır belleğinizin gerisine attığınız ne varsa ortaya döker. Size yeni bir yol, yeni bir hedef ve yeni bir hayat vaat eder.Kulaklarıma dolan “Kayseri ghueguem”u dinlediğim her saniye, hiçbir zaman ait olamayacağım, her zaman sürgün yaşadığım, bir kentin sokaklarına bakar gibi İstanbul’a baktım. Vapura bindikten bir süre sonra, iki denizi bağlayan boğazın üstünden dalga dalga köpük köpük geçerken, başımı çevirip Karadeniz’e doğru baktım.Bu denizin öteki ucunda Sohum, Tuapse, Gagra, Soçi vardı. Bu sular, buradan Sohum’a Soçi’ye akıyordu.Aynı denizin kıyısında, aynı sulara bakıyorduk. Sohumlu, Soçili balıkçılar, benim ülkemin sularına ağlarını atarken, ben sürgün yatağımda uyanıyorum.Sohumlu balıkçılar, akşamları ağlarını toparlayıp evlerine dönüyor. Ben her gece, yabancı bir şehrin koynunda yatıyorum.Acaba, Sohum’un, Soçi’nin sokaklarında yürüyüşe çıkan kardeşlerim kendi yurdunda, başında bir çatıya sahip olmanın ne büyük bir mutluluk, ne büyük bir huzur olduğunun farkında mı…