facebook

1 Eylül 2010 Çarşamba

Gazeteci olmak için yola çıkmadım



Bilmiyorumkadın’da Talat ve Behiye ya da Ramazan ile Banu bir şeyler yaşarken arka fonda hep Türkiye’nin o yıllarda yaşadığı toplumsal olaylar var. Sanki her şey dev bir sinema perdesinin önünde cereyan eder...

Gazeteci olmak için yola çıkmadım. Gazetecilik benim için yazarlık yolunda ilerlerken bir durak, istasyondu. Ama içinde olmayı sevdiğim bir istasyon. Yine de mesleğimi sorduklarında bu soruyu “gazeteci” olarak değil “yazar” diye yanıtlamak isterim. Bereket “gazeteci-yazar” diye bir tanım var ve böyle bir seçim yapmak zorunda değilim.  Yazarlık, benim lise yıllarımdan bu yana en büyük hayalim. Gazetecilik çoğu zaman yazmamı güçleştiren, deyim yerinde ise beni kendi hayal dünyamdan çıkarıp gündelik hayatın yorucu rutini ile beni boğan bir şey de oldu çoğu zaman. Ancak bu durumdan rahatsız mıyım. Sanırım değil, ekonomi gazeteciliği gibi rakamların arasında gezinen bir mesleğe sahip olmam bana çok şey katıyor. Bana bu, bir ressamın endüstriyel tasarım ile ilgilenmesi gibi bir şey gibi geliyor. Aslında katı anlamsız bir rutinin tekrarı gibi görünen haberler hayatın çıplak gerçeğinden başka bir şey değil. Ayrıca, okur çoğunlukla fark etmese de biz editörler,haberi takip ederken haberciyi de takip etmek gibi bir ayrıcalığa sahibiz. Muhabiri yakından tanırız. Habercinin kendisi de haberin içinde bir yerlerde vardır. Ve ben haber takip etmenin yanı sıra muhabirin haber içindeki varlığını görmenin onun kendine özgü anlatımını her gün takip etmenin bana çok şey kattığını düşünüyorum.  Gazeteci olarak yazmak apayrı bir güçlük tabiî ki… Hele ekonomi gazetecisi iseniz bu daha da zor. Ekonomi çevrelerinde ebediyattan bahsettiğinizde “burada ne işin var o zaman” der gibi baktıklarını hissedersiniz. Aynı şekilde de roman yazmaya soyunduğunuzu duyan, bilen sanat çevreleri sanki “ sen kendi haberlerine dön…” der gibi yaklaşır size. Bir internet sitesi “ Ekonomi editöründen aşk romanı” diye başlık atmış. İki olmazın bir araya gelmesi gibi… Sanırım bunun gerçeklik yanı da var. Benim rahatsızlığım daha çok zaman ile ilgili. Kendi öykülerimi yazarken ya da içimdeki adamın sesini takip ederken, onları anlamlı bir bütünün parçası haline getirmek, o sesi takip edip, kendi öykülerimi yaratmak için yeterince zaman bulamıyorum. Bazen günlerce aynı cümle, aynı paragraf zihnimin içinde dönüp durur, ama ben o cümleyi yazmak için vakit bulamam. Bu bir yazar için çok sıkıntılı bir durum. Ayrıca roman yazmak sadece ilham geldiğinde cümleleri alt alta sıralamak ile yapılabilecek bir uğraş değil, çok fazla emek, dikkat, özen isteyen, çaba gerektiren bir şey.

Bir öz yaşam öyküsü değil

“Bilmiyorumkadın” yayınlandıktan sonra sık sık karşıma çıkan soru “Bu bir öz yaşam öyküsü mü?” oldu. İlk önce ve kesinlikle bu bir öz yaşam öyküsü değil. Ancak, “kendi hayatın yazdıklarının satır aralarında yok mu” diyorsanız “Evet, var” Yaşadıklarım, çevremdeki insanların hayatları beni etkilemiyor mu… Tabii ki etkiliyor, Ve yazmaya başladığımda da tüm bunlar cümlelerimde hayat buluyor… Ancak, Bilmiyorumkadın’da kendi hayatımın bir dönemini ve yaşadıklarımı anlatmadım. Ben, beni de çok etkileyen her şeyin yerinden oynadığı, bütün kavramların, tariflerin, altüst olduğu ‘90lı yılların Türkiyesini anlatmaya çalıştım.
Bilmiyorumkadın’da Talat ve Behiye ya da Ramazan ile Banu bir şeyler yaşarken arka fonda hep Türkiye’nin o yıllarda yaşadığı toplumsal olaylar var. Sanki her şey dev bir sinema perdesinin önünde cereyan eder gibidir. Perdenin önünde roman kahramanları, perdede ise Türkiye var. Okur bazen Türkiye’yi izler, bazen perdede olan biten her şeyi bir kenara bırakıp Talat ve Behiye’nin hikâyelerine odaklanır. Yapmak istediğim şey böyle bir şeydi.

2 Eylül 2008'de Referans gazetesinde yayımlanan söyleşinin tam metni...