facebook

25 Ekim 2011 Salı

Sürgünde yaşayan bir ulusun romanı

‘Tanrının Çorbasını İçmiştik’, romanını kahramanları Çerkes olan romanlardan ayıran en önemli şey, onun bir Çerkes kahramanın, bir grup Çerkes’in hikâyesini anlatmaktan öte, sürgünde yaşayan bir milletin fotoğrafını çekmesidir.

Recep Genel, romanda ustaca bir kurguyla birleştirdiği irili ufaklı öyküler aracılığıyla aydınından, esnafına, işsizinden imamına kadar yaşamın her alanındaki Çerkesleri,  sürgün bir ulusun parçaları olarak bir araya getiriyor. Recep Genel romanda, sürgün bir ulusun fotoğrafını çekerken tarihsel gerçeğin zemininden ayrılmadan masaldan gerçeğe, gerçekten masala uzanan bir zeminde hareket ederken,  Uzunyayla’nın kendine özgü coğrafyasını da destansı bir üslupla arka fona yerleştiriyor. Tanrının Çorbasını İçmiştik,  at sırtında dörtnala yol alan binicilerle açılıp, bir öyküden bir diğerine hızla akarken, yer, zaman ve mekân arasındaki ilişkiyi bir kenara koyarak, bazen Hititlere kadar uzanıp “Çerkeslerin en eski yurtlarından biri Anadolu’ydu” diyor.  Bazen 1970’lere kadar dönemin politik olayları içinde savrulan Çerkesleri resmediyor. 
Romanın bugüne kadar pek öne çıkmayan en önemli kahramanları ise Gune ile Zehid olsa gerek. Zira yazar, onların aşkını “Ferhat  İle Şirin”, “Leyla İle Mecnun”  gibi destansı bir aşkı resmederken,  hikâyeyi de bu aşkın etrafında birleştiriyor. 
Zehid ile Gune romandaki diğer kahramanlardan ayrı olarak, kendi aşklarının derdine düşmüş gibi görünse de yazar, onların aşkını bir ulusun, her şeye karşın yaşama iradesi gibi resmetmekten geri durmuyor. Zehid’in Gune’yi kaçırıp gece karanlığında Kayseri’den Uzunyayla’ya doğru at sürdükleri bölümde yer alan şu cümleler ise zihinlere çakılı kalıyor: " Ortalık ağarmak üzereyken, karanlık bir denizin kıyıları döven ak köpükleri gibi, dalga dalga Hınzır’a doğru akan bulutları izleyerek, Panlı’nın, Akören’in içinden geçip Aygörmez’e ulaştılar.
Atların toynakları Hatukuay çayırlıklarına değdiğinde, başarmanın sevinci, çocuksu mutluluğu atlıların yüzüne yerleşti.  Yorgun atlarını dinlendirmek için yularlarını gevşetip, başlarını Kayseri’ye doğru çevirdiler. Aldıkları onca yolu, kazandıkları zaferi görmek istercesine gülümseyerek bakıyorlardı. Çörmüşek Boğazı’na girmişlerdi.

…                     
Yanından geçtikleri derenin üzerinde, dereyle koşut, küçücük bir bulutçuk asılıydı; neredeyse sabah olacaktı, atlar havanın soğuğuna karşın terliydi.
Gece boyunca hiç mola vermeden, arkalarına bakarak at sürmüş, Gune’nin ailesinin onların ardına düşmesi ya da jandarma ile karşılaşma kaygısıyla yol almışlardı.
Oysa şimdi Aygörmez’in kıyısındaki  çayırlıkta, çiy tanelerinin ıslaklığı atların toynaklarında, ağır ağır ilerliyor, bundan sonrasını düşünmeye ihtiyaçları varmış gibi davranıyorlardı.
Gune’nin heyecanı ise hepsininkinden farklıydı. Yeşil gözlerini ufka dikmiş, orada bir yere bakar gibiydi. Bir gecede, bir hayattan bir diğerine dörtnala at sürmüştü.” (sayfa 159)
Kuşkusuz bir ulusu resmediyorsanız, onlarca karakteri iç içe geçirmeli, ortaya o ulusun sağlam bir portresini de çıkarmalısınız. Recep Genel’in “Doğduğum topraklara vefa” olarak adlandırdığı roman onca kahramanın hikâyesini usta işi bir kurguyla iç içe geçirerek, zor olanı başarıp, sadece bir ulusu resmetmiyor, aynı zamanda heyecanla okunan bir hikâye ortaya çıkarıyor.
Romanın en önemli karakteri olan Mahirbiy aynı zamanda Recep Genel’in dedesinin öz yaşam öyküsünden hareketle kurgulanmış. Mahirbiy, gerek Birinci Dünya Savaşı yıllarında başından geçenler, gerekse Uzunyayla’daki hayatı ile Çerkeslerin anavatanlarından sürüldükten sonra yaşadığı tarihsel acıları kendi bünyesinde birleştirdiği gibi, sık sık Çerkes ulusunun sağduyusunu temsil eden bir kişilik olarak ortaya çıkıyor. Yani, onun savaş yılları boyunca  başından geçenler, Çerkeslerin ortak acısı olduğu gibi  kitabın son bölümünde sorduğu “Kaç vatan için öldükten sonra, vatansız olmaktan çıkacağız”  (sayfa 219) soru da Çerkeslerin ortak bir sorusudur.
Recep Genel bir söyleşisinde, Mahirbiy’in hayat hikâyesini anlatırken şöyle diyor:“Kitabın önemli kahramanlarından Mahirbiy’i yazmak da kolay olmadı. Onun hakkında benim de ailemin de bilgisi klişelerden ibaretti. Birinci Dünya Savaşı’nda askere alınmış, önce Yemen ardından Amman’da savaşmıştı. Sonra kentin İngilizlerin eline geçtiği gece Amman Çerkesleri dedemi kurtarmıştı. Dedem o andan sonra 15 yıl Amman’da yaşamış, evlenmiş üç çocuk yapmıştı. 1930’larda ise ailesini bırakıp Türkiye’ye dönmüştü. Nitekim ‘80li yıllarda benim öz yeğenim Ankara Ürdün Konsolosluğu’na atandı. Yıllarca Ürdün Konsolosluğunda memur olarak çalıştı. Emekli olduktan sonra Suriye’ye yerleşti. Karısı Suriyeli bir Çerkes’di. Yani ailemin trajedisini anlatmak bir bakıma Çerkes halkının trajedisini de anlatmak anlamına gelecekti. (12 Kasım 2009’da Hürriyet ve Referans gazetelerinde yayımlanan söyleşi)

Dikkat edilirse bu hikâye aynı zamanda Çerkeslerin yaşadığı büyük trajedinin küçük ölçekli bir tarifi ya da kişisel bir hikâyede vücut bulmasından başka bir şey değil. Yani, yazar aslında dedesinin otobiyografik hikâyesini anlatmaktan çok, bir ulusun yaşadığı ortak acıların simgesi olarak kendi Mahirbiy karakterini yaratmayı tercih etmiş gibi görünüyor.

Azınlık politikaları da eleştiriliyor

Recep Genel, Cumhuriyet  Türkiye’sinde yaşayan  Çerkesleri resmederken dönemin  poyitik atmosferinin de iyi bir portresini çıkartmaya da özel bir önem veriyor. Çerkeslerin Türkiye’deki yaşamlarını, çektikleri acıları, ülkede uygulanan asimilasyon politikalarının bir parçası olarak ele alıp,  yer sert sert bir dille eleştirmekten de geri durmuyor.
Roman ayrıca,  Çerkesler arasında büyüyen Ermeni asıllı Ahmet şahsında Tehcir’e uğrayan Ermenileri, Kriyaki’nin İstanbullu ile ilişkisini anlatırken, mübadelede Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakılan Rumları, Dersim olaylarından sonra Kürtlerin yaşadığı acıları da Çerkeslerin acılarının yan yana koyuyor.  Recep Genel bu yaklaşımını “Anadolu’da yaşayan herkes biraz sürgünde yaşar gibi yaşıyor. Bu tarife ülkeyi ekonomik ya da politik nedenlerle terk eden milyonlarca mülteciyi de eklerseniz; hepimizin biraz göçmen ve biraz yurtsuz olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bu yüzden sık sık geriye dönüp kendi benliğimizi, eksik ve yarım bir taraflarımızı tamamlama ihtiyacı duyuyoruz” (12 Kasım 2009’da Hürriyet ve Referans gazetelerinde yayımlanan söyleşi)  sözleriyle özetliyor.

'Dı Tıleys'

Kitabın final bölümünde Çerkes toplumunun sürgündeki yaşamı için Mahirbiy,  Zehid’e “Dı Tileys”  (Tıleyiz) , (Sayfa 219) diyor. Ya da yazar, Çerkeslerin anayurtlarından ayrı sürdürdükleri yaşamı “Tıley” olarak adlandırıyor.
Tıley, eski Çerkes kültürü içinde özel bir yere sahiptir.
Yine romanda yer alan Adigece Sözlük’te  “Tıley” için şu sözlere yer veriliyor: “Adigeler, bir daha asla geri dönmemek üzere sefere çıkan savaşçılarını Tıley olarak adlandırırdı. Eski çağlara kadar uzanan bu geleneğe göre, gönüllü savaşçı için yola çıkmadan önce sade bir tören düzenlenirdi. Törende, Tıley’in kız kardeşi, kırmızı kumaşa ilk makas darbesini indirdi. Kırmızı kumaşa vurulan makas darbesiyle birlikte Tıley'in yaşamla arasındaki bütün bağların kesildiğine inanılırdı. Bu dinsel tören sırasında sadece saldırı silahlarını kuşanan Tıley,  çıktığı seferden geri dönmezdi. Zaten Tıley, Adigece "Kayba verdiğimiz" anlamına gelir.” (Sayfa 227)
Böylece Recep Genel anayurtları Kafkasya’dan koparılan Çerkeslerin sürgün yaşamlarının  bir “Tıley” hikayesi olduğunun altını çizmek istiyor. 

H. ÖZGÜNDÜZ / Roman Kahramanları / Ekim 2011